RSS

Kategori arşivi: gezi yazıları

Kapadokya Günlükleri: Göreme


Sanırım son noktayı koyma vakti yaklaşıyor. 4,5 yıllık zaman zarfında çantam sırtımda ülkemin büyük bir kısmını arşınladım durdum. Artık biraz da dinlenme zamanı. Bundan sonra zorunluluktan değil isteyerek gezmelerime devam edeceğim. Gerçi bu zorunluluklar neticesinde ummadık yerleri de görme fırsatım oldu. Şimdi söyleyin bana ne zaman Ağrı’ya gidecek ne zaman Doğubeyazıt’ı görebilecektim ya da ne zaman Zeugma kazılarını tam yerinde izleyebilecektim. Uzun lafın kısası elimde fotoğraf makinem cebimde bitmek tükenmek bilmeyen umutlarımla ben bu zaman zarfını dolu dolu geçirdim. Artık son günler. Ve bu son günleri Kapadokya’da noktalamayı planlıyorum. Ürgüp demiştik daha önce, şimdi ikinci durağımıza geçelim yani Göreme’ye.
Göreme denilince akla ilk gelen haliyle açık hava müzesi oluyor. İrili ufaklı kliseleri gezmek sağlam kondisyon gerektiriyor. Gerçi bunu civardaki El Nazar ve özellikle Saklı Kliseyi de hesaba katarak söylüyorum. Saklı Kilise adı üzerinde saklı. Bulmak için dağ bayır yürümek daha doğrusu tırmanmak gerekiyor. Açık hava müzesinden Göreme kasabasına doğru ilerlerken bir kaç küçük at çiftliği karşınıza çıkıyor. Peri bacaları arka fonda, atlar önde güzel kareler çekmek mümkün. Ne de olsa burası Güzel Atlar Diyarı.
Göreme merkeze ulaşıldığında ise küçük ama sevimli bir masal diyarı beliriveriyor. Hemen hemen tüm evler, işyerleri peri bacalarına oyulmuş. Rahatlıkla tüm ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz çarşı yolun iki tarafında uzanıyor. Mağara Otel deneyimini yaşamak için burası ideal. Sabahları kah horoz sesleri ile kah balon gürültüsü ile uyanı veriyorsunuz. Ancak en güzeli gün batımı hele bir de tepede ayaklarınızı aşağıya sallanırarak o eşsiz manzarayı izliyorsanız değmeyin keyfinize
Evet ben susayım. Zaten yorgunluktan yazdıklarıma pek de fazla özen gösteremiyorum. Bir de zihin yorgunluğu yok mu off off. En kötüsü bu . Sorular, sorular, sorular… Başladığımı bitirmek… Sadece bunu istiyorum. Ama yine de yeniden o eski düşleri düşünebilmek güzel. Bu sefer olur mu sence? Umarım olur.

Bu son gezi yazım değil panik yapmayalım lütfen. Angelic yolculuk etmeden duramaz ki. Bazen kızsa da onun ruhu gezgin gönlü uçarıdır. Görüşmek üzere
 

Kapadokya Günlükleri: Ürgüp


Uzun bir ara olmuş gezi yazısı paylaşmayalı. Öyleyse Kapadokya’ya kaldığım yerden devam edeyim. Kapadokya, bir çok ilçeyi, ili kapsadığından bu adı kullanmayı tercih ediyorum. Bu isim ise Persler’den bize yadigar. Güzel Atlar Ülkesi demekmiş. Ama Kapadokya günümüzde atalarından ziyade içerisinde bin bir gizemi barındıran peribacaları ile mehşur.
Bu masal diyarındaki ilk durağım Ürgüp’dü. Ürgüp, hemen yanı başındaki Göreme kadar otantik olmasa da peri bacalarına sırtını dayamış şirin bir ilçemiz. Japon ve Güney Koreli turistlerin uğrak mekanı olunca haliyle tabelalarda, dükkanlarda Japonca ve Korece yazılara bolca rastlıyorsunuz. İlçenin merkezindeki çarşının büyük bir kısmı hediyelik eşya ve halı dükkanlarından oluşuyor. İstanbul- Kapalı Çarşı ve civarından sonra çeşitlilik bakımından bu halı dükkanları muhtemelen ikinci sıradadır. Ayrıca çarşı içerisinde çeşitli turlar özellikle balon turları satan turizm acentaları da mevcut.
İş, yemeye ve içmeye gelince alternatif bol. Genellikle her bütçeye hitap eden yerler ağırlıkta ama ilçede özellikle paralı tabir ettiğimiz turisti çekebilecek mekanların sayısı az. Ama ileride bu tarz yerlerin artacağını söylemek mümkün. Ürgüplüler turizmin getirilerini çok iyi kavramış. Ürgüp’ü, Ürgüp yapan değerler sıkıca korunuyor. Ayrıca güneyde yer alan tatil yörelerimizin aksine bu bölgede ismi yabancı dilde olan dükkan sayısı son derece az. İsimler Türkçe, lokantadaki yemeklerin %95’i bizim halis mulis yemeklerimiz. English Breakfast, Noddle filan yok. Aklıma ise haliyle 2008 yılı yazında kuru fasulye, pilav, karnıyarık vb. yiyebilmek için İçmeler’den Marmaris merkeze yaptığım zorunlu yolcuklarım geldi. O bakımdan Ürgüp bir cennet. Tabi arada dünya mutfakları lezzetleri de olacak ama bizim tatlarımızı tamamiyle göz ardı edip sırf yabancı turist çekebilmek için tüm menüyü İngiliz, Fransız vb. yemekleriyle doldurmak doğru değil. Umarım Ürgüp’ün bu kararlı duruşu diğer turistik ilçelerimize de örnek olur.
İçecek konusunda ise yörenin şaraplarının güzelliği konusu hakkında hem fikiriz. İzmir Şirince’ye henüz ayak basmamış ve oradaki şarapların tadını tatmamış biri olarak Kapadokya bölgesinin şarapları ülkemizdeki şaraplar içerisinde favorimdir. Tabi bu konuda ilk uğrak yerimizde Turasan’dır. Fabrika satış binasında bu tatları deneyebilir, sizin için en iyisini bulabilirsiniz. Ayrıca şanslı gününüzdeyseniz mahzenleri gezebilirsiniz. Turasan’a alternatf küçük şarap yapım işletmeleri de mevcut. Bu yerlerin ise özellikle katkısız meyve şarapları çok hoş. Tabi bunu bulabilmeniz için bayağı bir deneme yapmak gerekiyor. Bu denemelerde sarhoş olmamaya dikkat edilmeli, çakır keyifliğe ise müsamma gösterilebilir 🙂
Lafı fazla uzatmayayım. Benim yerime yine fotoğraflar konuşsun. Her yıl binlerce yabancı turisti ağırlayan mekana lütfen sahip çıkalım. Sevgimiz sadece dizilerin yarattığı geçici modalardan ibaret olmasın çünkü burası gerçekten ilgiyi hakediyor.
Görüşmek üzere
Meraklasına:
Nerede kalınmalı: Peribacalarına oyulmuş butik oteller bire bir. Ürgüp için ise Yusuf Yiğitoğlu Konağı biçilmiş kaftan.
Neresi görülmeli: Kuşbakışı Ürgüp manzarası için Temenni Tepesi. Adı üzerinde Temenni Tepesi olduğundan istediğiniz kadar dilek tutabilirsiniz. Benim dileklerim gerçekleşti benden söylemesi 😉
Ne yenilmeli: Testi kebabının tadına bakılmalı. Ayrıca merkezdeki Kapadokya Restaruant ve Sofra Restaurant’ın hem yemekleri güzel hem de fiyatları uygun. Ziggy Cafe’yi de unutmamak lazım. Country tarzına Anadolu motifleri eklenerek özenle dekore edilmiş bu cafede kahvenizle günün yorgunluğunu atmak güzel olacaktır.
Ne denenmeli: Turasan’ın fabrika satış mağazasına gidilip birbirinden leziz şaraplar.
 

Balonla Beş Hafta… Kapadokya


Jules Verne… Bana hayal kurmayı, başka diyarları merak etmeyi öğreten kişi. Çocukluğumda yolumun Jules Verne kitapları ile kesişmesi sanırım başıma gelen en talihli olaylardan birisidir. Güzelim karton kapaklı Kaptan Grant ve Çocukları kitabının hediye edilişi daha dün gibi aklımdadır. Sonrasında Kâh Bay Fogg ile dünyanın en uçuk bucaksız yerlerine soluk soluğa bir yolculuğa çıktım, kâh Kaptan Nemo ile mavi suların derinliklerinde nefesimi tutarak ilerledim.
Hayatın küçük oyunları karşısında şu sıralar sürüklendiğim Kapadokya bölgesinde gökyüzünde süzülen balonları görünce aklıma ister istemez Doktor Fergusson, Dick Kennedy ve Joe’nun o güzelim hikâyesi yani Balonla Beş Hafta geldi. Çocukluğumda o hayali kurduğum balonlar yanı başımdaydı. Uzatsam elimi belki de değebilecektim onlara.
Biliyordum ki çocukluğumun en büyük düşlerinden birini gerçekleştirmeden ruhum huzura ermeyecekti. Sonunda sabah uykusundan fedakârlık ederek ayaklarımı yerden kesecek balonuma kavuştum. İnanılmaz bir heyecan içindeydim. Balonla Beş Hafta’daki kareleri gözümde canlandırmaya çalıştım. Ayaklarımın altında Afrika yerine Kapadokya vardı ama gökyüzünü tüm çıplaklığı ile tende hissedebilmek aynıydı. Gerçi Kapadokya’da içerdiği gizem ve güzellik karşısında Afrika ile baş edebilecek bir coğrafya. Böyle bir yerin ülkemiz sınırlarında olması bile Türkiye’yi eşsiz bir ülke mertebesine yükseltiyor. Bütün bu güzelliklere balondan tanıklık etmek ise herkesin yaşaması gereken tecrübe…
Günün birinde bu yolcuğu Afrika semalarında yapmayı düşleye durayım, ben sizleri bir kısmı balondan çekilmiş karelerle baş başa bırakayım. Başka yolculuklarda görüşmek üzere…
Meraklısına:
Kapadokya bölgesi balon uçuşları açısından dünyanın sayılı bölgelerinden birisi. Bölgede çok fazla balon firması var. Ben Anatolian Baloons firması ile uçtum. Gönül rahatlığı ile tavsiye ederim. Özelikle pilotumuz John’a, bizlere göstermiş olduğu ilgiden ve bilgilendirmelerden dolayı buradan teşekkürlerimi sunuyorum.
 

Ben Giderim Batum’a : Batum’da Gün


Gecesi ayrı bir güzel Batum’un gündüzü de gecesini aratmıyor. Pazar günü olması nedeniyle sokaklar kısmen tenhaydı. Kiliselerin önünde ve içerisinde genellikle yaşı nüfusun oluşturduğu kalabalığın ayak sesleri işitilmekteydi. Şehir merkezinin bu yalnızlığından fırsat bilip tüm sokakları arşınladık. Bu yolculuğumuz sırasında bazen tanıdık tatlara (Çiğ Böreği) bazen ise tanıdık yüzlere (Jim Morrisson) rastladık. Yenileme çalışmaları nedeniyle bir önceki yazımda da belirttiğim üzere Batum büyük bir şantiyeyi andırıyor. Bu çalışmalar tamamlandıktan sonra bu şehirde turizmin patlaması içten bile değil.

Zihnimizi bu düşünceler meşgul ederken bizler iskelenin yolunu tuttuk. Poseidion yine bize el salladı. Bu sefer iskelenin yanı başındaydı. İskelenin duvarları mitolojik öğeler ile doldurulmuş, dört bir yanı heykellerle bezenmişti. Hemen yan tarafında biraz soluklanabileceğiniz, derginizi ve gazetenizi okuyabileceğiniz cafeler ile çimlerine gönlünüzce yayılabileceğiniz bir park yapılmış. Haliyle İstanbul’un iskeleleri aklıma geldi. Elimizdeki güzelliğe sahip çıkamayışımız üzüntüsü boğazımı düğümledi. İskeledeki kısa yürüyüşümüzden sonra şehrin doğu tarafına dümenimizi kırdık. Bir önceki günün aksine o gün güneş tümüyle yüzünü Batum’a dönmüştü. Deniz ışıl ışıl parlamaktaydı. Güneşli günü fırsat bilen Batum sakinleri ise kendilerini Karadeniz’in serin sularına atmışlardı. Karadeniz’in suları ayaklarımızın altında dans ederken buranın gerçekten Karadeniz olup olmadığını kafamızda tartıyorduk. Ufak bir atıştırma arası ve yine bilindik bir tatla (baklava) yolumuzun kesişmesinden sonra istemeyerek de olsa dönüş vaktinin yaklaştığını anladık. Tekrardan batıya doğru yola koyulduk.

Batum şehir merkezine elveda dedikten sonra Sarp Sınır kapısına doğru ilerledik. Gürcistan’a girişte gözümüze ilişen, büyük heykellerin bulunduğu yerde mola verdik. Bu heykelleri görür görmez bir Orta Dünya sakini olarak aklıma hemen Anduin gelmişti. Yanına doğru yaklaştığımda ise heykellerin daha doğrusu bölgenin Aydınlanma Yolu adı verilen bir proje için yapıldığını öğrendim. Bu proje ilk kez Georgia (Gürcistan) adını kullanmış olan Saint Andrew’e adanmış. Heykellerin yanı başında sessiz sakin akan derenin suyu ise alt kısımda bir havuzda toplanıyor, Gürcü gençler bu suyun içerisinde yüzüyorlar. Sorma fırsatı bulamadım ama sanırım bu suyun kutsal olduğuna inanılıyor.

Aydınlanma Yolundan ayrılıp karşıya geçtiğimizde ise fındık dallarının gerisinde turkuaz mavisi rengine hiç de alışık olmadığım Karadeniz, güneşin ışıkları ile dans ediyor, bu haliyle Sinop’u andırıyordu. Gün kendini yerini yavaş yavaş geceye bırakmaya hazırlanırken son kez birkaç kare fotoğraf çekip Gürcistan’dan ayrılıyoruz. Girişte sınır kapısında yaşadığım maceranın kırıntısını çıkışta göremiyorum. Hatta pasaportuma çıkışımı işleyecek olan Gürcü görevli ile ufak çapta sohbet bile ediyorum. Tüm güler yüzlülüğü ve içtenliği ile bana “Umarım memnun kalmışınızdır, yine bekleriz diyor.” Böylelikle giriş sırasında yaşadığım küçük hengâmeyi de unutmuş oluyorum. Ama yol arkadaşlarım bu sefer benim kadar şanslı değiller. Girişte yaşamadıkları kızgınlığı maalesef çıkışta yaşamak zorunda kaldılar. Gerilen sinirleri yumuşatma görevini üstlenmek ise bana kalıyor. Az gittik uz gittik yine başladığımız yere geri döndük. Batum arkamızda mavisiyle, yeşili ile kaybolurken “Bakarsan bağ bakmazsan dağ olur” atasözümüzün ne kadar da doğru olduğunu bir kez daha idrak ettik. Uzun lafın kısası beş on yıl sonra yıldızı iyice parlayacak ve muhtemelen Dubrovnik’in en büyük rakibi olacak Batum’u henüz büyük kitleler keşfetmeden görmenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Görüşmek üzere.
P.S: Bu arada cümleten iyi bayramlar.

 

Ben Giderim Batum’a: Bir Batum Akşamı


Yine uzun bir ara. En azından burada biraz nefes alabiliyorum. Bu gün ah mazi deyip iki ay kadar önceki Batum gezimin bir bölümünü dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım. Aslında Gürcistan hemen yanı başımızda, vize istemeyen komşu ülkelerden biri. Birçoğumuzun öyle ya da böyle ya bir akrabası ya bir arkadaşı Gürcü’dür. O nedenle örf ve adetleri, yeme, içme kültürü bize pek de uzak değildir. Batum gezim benim bu düşüncelerimi fazlasıyla destekledi.
Batum’a varmak için Erzurum’dan yola çıktık. Artvin üzerinden Batum’a ulaştık. Ancak gidiş yolu oldukça zahmetli ve yorucuydu. Çoruh’un azgın sularına kafa tutmak için inşaatı süren irili ufaklı barajlar ve yapım çalışması süren yeni Artvin yolu nedeniyle dur kalklı bir yolculuk geçirdik. Bu nedenle kara yolu ile gidecek olanlara Rize üzerinden gitmelerini tavsiye ediyorum. Artvin’de fazla oyalanmadan iskameti Hopa’ya çevirdik. Hopa’da ekibin kalan kısmını toplayıp Sarp Sınır Kapısı’na gittik. Elimizde pasaportlarımız sıranın bize gelmesini bekledik. Ama bizim gibi beklemeye tahamülü olmayan Gürcüler sıranın çeşitli yerlerinden kaynak yaparak hem bekleme süresini uzattılar hem de sinirlerimizin ne kadar sağlam olduğunu ufak bir teste sabit tuttular. Sanırım benim fazlaca sinirlenmediğimi görüp beni bir de bavul ticareti yapan ahalinin geçtiği kapıdan geçmek zorunda bıraktılar. Bu kapı çok küçük olunca haliyle geçmek için bayağı bir hamle yapmak gerekiyor. Tabi ben de oyunu kurallarına göre oynadım. Dirsek hamleleri ve esnekliğimi kullanıp 5 dakikada bu kapıdan geçebildim. Geçtikten sonra kapının diğer tarafında duran Gürcü Polisi aslında gerek yoktu diyerek beni sinir etmedi değil. Son gülen iyi güler diyerek Gürcistan topraklarına adım attım.

Batum’a ulaştığımızda yağmur sonrası toprağın kokusu ciğerlerimizi doldurmuştu. Denizden hafif bir esinti geliyordu. Nasıl anlatsam Batum, Sinop’umuz gibi Karadeniz’den ziyade Akdeniz şehirlerine daha fazla benziyor, bir nevi tatil kasabası. Girişinde irili ufaklı pansiyonlar bu görüşü destekliyor. Deniz, kum, güneş cazip bir seçenek olsa da asıl hedefimiz şehir merkezi olduğundan merkeze doğru ilerledik. Bambaşka bir alfabe kullandıkları için bizim için trafik levhalarının hepsi anlamsız. Allah’tan derdimizi anlayacak çok sayıda Türkçe konuşan insan bulmak yabancılığımızı bir nebze olsun azalttı. Sonunda şehir merkezine ulaştık
Bir an önce sırt çantalarımızı otele atıp, kendimizi sokaklara vurmak istiyorduk. Zor da olsa İstanbul Oteli ‘ni bulduk. Sıkı bir pazarlık sonrasında odalarımıza yerleştik. Üzerine ufak bir atıştırma sonrasında yollar bizimdir. Otel çalışanından ufak birkaç tavsiye ile Batum’un kalbinin attığı yere ulaştık.

Öncelikle bu şehirde en fazla hoşuma giden geniş yollar oldu. Yolların ışıklandırılmasına da dikkat edilmiş. Yani kör bir nokta yok. Sovyetler’den kalma tek tip evlerin bir kısmı elden geçirilip lüks sitelere dönüştürülmüş, bir kısmı ise tamamen yıkılmış, bazılarının yerlerine bizdeki TOKİ evlerine benzeyen yeni evler yapılıyor bazılarına ise ultra lüks villalar. Eski Gürcü evleri ise el üstünde tutuluyor desem abartmış sayılmam. Büyük bir kısmı restore edilmiş. Buralar, bazı kamu kuruluşlarının, bankaların evi olmuş. Bazıları ise butik otele çevrilmiş, bazılarında ise halen oturanlar var. Herkesin elinde bizdeki yaz akşamlarında da sıklıkla gördüğümüz çekirdek olmasına rağmen sokaklar tertemiz. Gitarın yerini burada akardiyon almış. Adım başı bir akordiyon sesi duymak mümkün. Bu sese haliyle kayıtsız kalamayan sadece ben değildim.

Bir sokaktan diğerine sonunda yollar bizi Medusa’nın heykeline götürdü. Medusa Batum’a kol kanat geriyor. Biraz ilerisinde Poseidion. Bir liman kenti olan Batum’da Poseidion ile yollarımız çokca kesişecekti. Çevre düzenlemesi ve heykellerin güzelliği karşısında insan söyleyecek söz bulamıyor doğrusu.

Karşıya doğru yürüyüp benim Çalgıcılar Parkı adını taktığım sahildeki büyük parka varıyoruz. Poseidion’un şehri olduğunu kanıtlarcasına parkın her tarafından sular fışkırıyor. Ama bir dakika, bu sular müziğe göre yavaşlayıp hızlanıyor. Ve ansızın Carmen’in o çok bilindik melodisi çalmaya başlıyor sular çılgına dönüyor. Ben de hemen fotoğraf makineme sarılıp suların dansını yakalamaya çalışıyorum. Sular dans ederken yolun her iki tarafında bitmeyen müziklerini icra eden çalgıcı çocuk heykellerine hayranlıkla bakıyorum. Onların rehberliğinde güzelim melek heykeline ulaşıyorum. Melek, melek ile buluşuyor. Bu buluşma, bize çok tanıdık gelen bir ses ile kesiliyor. Bir Kafkas havası yükseliyor. Sese doğru ilerleyince Gürcü gençlerinin oyuna başladıklarını görüyorum. Abaza oyunu olarak bildiğim bu dansı bir de Batum’da izlemek ayrı bir keyif veriyor.
Sonrasında ufak bir dondurma arası verdim. Ama verdiğime vereceğime pişman oldum. Tartışmasız hayatımın en kötü dondurmasını yedim. Gece boyunca karnımdan tuhaf seslerin gelmesine neden olsa da keyfimin bozulmasına izin vermedim. Akşam geceye doğru ilerlerken tatlı bir esintinin hüküm sürdüğü bu komşu diyarda otelimize kadar yürüdük. Yorucu bir günün sonunda uykunun dayanılmaz çekimine kapılıp Poseidion’un şehrinde tatlı bir uykuya daldık.
Gezgin defterini karalaya dursun Batum’da gün ise yeni bir yazının konusu olsun.
Görüşmek üzere hoşçakalın.
 

Erzurum Çarşı Pazar…


Doğu Anadolu’ya şimdilik noktayı Erzurum ile koyayım dedim. Ne de olsa Erzurum’a gitmeseydim ne Kars, ne Ağrı, ne de Batum gezilerim olacaktı. Bir de beş haftalığına da olsa bana ev sahipliği yaptı bu şehir. Sırf bu nedenle bile kendisine teşekkür etmem gerek. O zaman sayın Erzurum, size teşekkürlerimi sunuyorum.
Çok sevdiğim Sarı Gelin türküsü böyle başlar: Erzurum çarşı pazar. Resimlerden, fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla bir zamanlar öyleymiş. Aslında şimdi bile çoğu kurumun, kuruluşun, şirketin, Doğu Anadolu Bölge merkezlerinin Erzurum olması, Atatürk Üniversitesi’ni dolduran öğrenciler kısmen de olsa geçmişin mirası ama öyle benim gibi geçmişin romantizmine kapılıp meydanlarda çarşı pazar ararsanız hayal kırıklığına uğrarsınız. Büyük bir şehir olmasına rağmen sanırım zor hava koşullarının da etkisiyle bu şehrin insanları hayatlarının büyük bir kısmını evlerinde geçirmeyi tercih etmiş. Sokaklarda, caddelerde hiçbir zaman öyle aman aman bir insan yoğunluğunu göremiyorsunuz. Tabi bu durum şehrin çehresine de yansımış.
Erzurum’un dikkat çeken bir diğer özelliği ise (aslında çarşı pazar olmasında da kaynaklanıyor) adreslerde hep bir kapı kelimesi geçmesi, Gürcü Kapı, Kars Kapı, Tebriz Kapı… Tabi olaya hemen müdahale edip çevremdekilere adresler neden böyle, neden burası Gürcü Kapı diye sormadan kendimi alıkoyamadım. Birkaç başarısız cevap denemesinden sonra nihayetinde doyurucu yanıtlara ulaştım. Vakti zamanında çarşısı pazarı meşhur, aynı zamanda önemli bir ilim irfan yuvası olan Erzurum’a gelen giden eksik olmazmış. Misafirler rahat gelip gitsinler, aynı zamanda nerden geldiklerini de bilelim diye şehrin etrafına kapılar yapılmış. Kars’dan gelenler Kars Kapısı’nı, Tebriz’den gelenler Tebriz Kapıs’nı, Erzincan’dan Erzincan Kapısı’nı kullanmaya başlamışlar. Bu kapıların en önemlileri Kars Kapı, Tebriz Kapı, Erzincan Kapı, İstanbul Kapı, Harput Kapı, Gürcü Kapı, Kavak Kapı’ymış. Bunlardan günümüze ise sadece Kars Kapı, İstanbul Kapı ve Kavak Kapı kalabilmiş. Diğer kapılar bilinçsizlik, çarpık yerleşme gibi faktörlerin etkisiyle yok olup gitmişler. Ayakta kalan kapıları gördün mü diye soracak olursanız yanıtım maalesef hayır. Askeri bölge içerisinde kaldığı için diğer kapılardan daha fazla korunan bu nedenle kapıların en şanslısı Kars Kapı’ya askeriye giremediğimizden, Erzurum Kongresi’ne geldiğinde Atatürk’ün geçmiş olduğu İstanbul Kapı’yı alemcilerin bir numaralı mekanı olmasından, Kavak Kapı’yı ise iki mahalleyi birbirine bağlayan bir tünel vazifesi görmesi ve kapının ayırt edilememesinden dolayı göremedik.
Artık adına ne dersiniz deyin tarihimize sahip çıkmama bilinçsizliğimizin tavan yaptığı ilimiz üzülerek söylüyorum ki Erzurum. Başta İstanbul Kapı’nın içler acısı hali varken bir de Çifte Minareli Medrese’nin içler acısını görmek yüreğimi daha da burktu. 18.00-18.30 gibi son derece uygun bir saatte gitmiş olmamıza karşın, alemcilerin de burayı mekan tuttuğu görmek, sürekli atılan laflara maruz kalmak buradan apar topar ayrılmamıza neden oldu. Halkın büyük bir kısmı da tepkili ama bir şeylerin değişmesi için artık devletimizin önlem alması gerekiyor. Sonu gelmeyen özensiz restorasyon çalışmaları ile olmuyor artık. Oysa rivayete göre Tebriz Kapı’nın yerine kurulmuş, çifte minareli medreseye komşu Tebriz Çarşı bir nebze, işte türküdeki çarşı Pazar burası olmalı dedirtiyor ama rahatça gezemedikten sonra neye yarar.


Gelelim şehrin içerisindeki diğer medreseye yani Yakutiye Medresesi’ne. Bu medrese yine bir mimari şah eseri… Görür görmez sevdim kendilerini ama yanına yaklaşmak mümkün olmadı. Yine bilindik uzadıkça uzayan restorasyon çalışmaları. Şehir sakinleri haliyle tepkili… Eski hali çok güzeldi diyorlar sürekli. Ama biz maalesef medresenin etrafını sıralayan demirleri, oraya buraya savrulmuş parçaları gördük. Bir iki kare fotoğraf çekmek istedik ama Çifte Minareli Medrese’deki durum burada da devam etti.

İş güç koşuşturmaca, hafta sonu çevre illere yapılan geziler nedeniyle Aziziye Tablalarına gündüz gözüyle gitmek kısmet olmadı. Gerçi pek çok kişiden birkaç parça taş başka bir şey yok gibi laflar duymuş ve bunlara haliyle kızmış olsam da, bu tablaların ne kadar önemli olduğu bilinen bir gerçek. Tarihi canlandırma fırsatım olacaktı ama olmadı. Lakin biraz daha yakın bir tarihi canlandırma fırsatına eriştim. “Manda ve himaye kabul edilemez” işte bu cümlenin yankılandığı salonda yürümek, o sıralar oturmak fırsatım oldu hem de 23 Temmuz’dan bir gün önce. Hep olumsuzluklardan bahsettim durdum yazım boyunca ama Kongre Binası’nın diğer yapılara nazaran daha bakımlı olduğunu görmek biraz da olsa sevindirdi. Ancak burada da tanıtım yok. Oysa hepimiz biliyoruz Erzurum kongresinin Kurtuluş Savaşımızdaki önemini. Ama bu tarihi uyutmaya karar vermişiz. Bu bakımdan bir kez daha Samsun’u takdir ettim. Atamızın Samsun’a ayak basışını Samsun unutmamış, misafirlerine de unutturmuyor. Ama Erzurum öyle değil. Reklam panolarında Erzurum kongresine dair bir şeyler gördüğümü hatırlayamıyorum. Gerçi İstanbul Kapı’nın, Çifte Minareli Medrese’nin durumu ortada iken bunları istemek fazlasıyla büyük bir beklenti olur.



Gelelim Tortum Şelalesine. Batum gidişinde bu şelaleye de uğramamazlık etmedik. Gerçi çok kötü bir günde gittiğimizin farkındaydık. Önceki yazılarımda da bahsettiğim malum yağmur bulutu yine takipteydi. Gri bir gökyüzü, yer yer hızlanan yağmur ile suyu nispeten çekilmiş bir şelaleyi kayganlaşan zemin nedeniyle güç bela gezebildik. Şelale demek benim lügatımda çok güzel fotoğraf kareleri demektir ama hava koşulları bu hevesimi kursağımda bıraktı. Yine de güzel sayılabilecek bir kaç kare çekmeyi başarabildim.


Böylelikle mekân sahibinin Doğu Anadolu turu şimdilik burada bitiyor. Şunu biliyorum ki bu son olmayacak. İnatla ülkemizin Batısını ve Güneyini tatil mekânı olarak algılayan zihniyete karşın Işığın Doğudan yükseldiğini yineliyorum. Tamam deniz, kum, güneş… Bunlara karşı değilim hatta severim ama biraz da olsa yurdumuzun diğer saklı hazinelerini görebilsek. İshakpaşa Sarayı’nı, Ani Harabeleri’ni, Çifte Minareli Medrese’yi ve adını sayamadığım nicesini. Ama ümitliyim. Özellikle kültür turları nedeniyle insanlarımız ülkemizin sadece Batı’dan ibaret olmadığını anlıyor. Genellikle tembellik eden ancak; tek seferde çok ve uzunca yazan mekân sahibi yeni yolculuklar ve öyküler için müsaadenizi ister.
Görüşmek üzere

Erzurum’a yolu düşecek olanlara naçizane birkaç tavsiye:
– Oltucular çarşısına mutlaka uğrayın. Bin bir modelle bezenmiş oltu taşları sizleri bekliyor. Her zevke hitap eden bir şeyler var. Ama olmazsa olmazı tespihtir. Biraz pahalıdır ama ileride aldığınıza pişman olmazsanız.
– Yöresel tatları denemek istiyorsanız istikamet Erzurum Evleri… Bu tatları eski bir Erzurum evi dikkate alınarak dekore edilmiş bir mekânda yemek daha da bir başka oluyor. (Yukarıdaki fotoğraf bu evden çekilmiş bir karedir)
-Cağ kebabının vatanında bu kebabın çok da başarılı yapıldığını maalesef söyleyemeyeceğim ama Dönerci Hacı Baba’nın dönerini mutlaka denemenizi öneriyorum.
– Palandöken’e uğrayın. Hatta Palandöken’e giderken kayak yapan Dadaş heykelinin önünde fotoğraf çektirin. (Ben yapamadım içimde kaldı)
-Çifte Minareli Medrese, Yakutiye Medresesi, Erzurum Kongresi Binası’nı görmemezlik etmeyin.
– Ve tabiki fon müziği olarak “Sarı Gelin “

 

Kars… Bir de Deli Deli Olma


Kafkaslara açılan kapımız, aklımıza hep karlı manzaraların kazılı olduğu uzak ama bir o kadar yakın güzel ve şirin kentimiz Kars. Karlar altında bir Kars yerine beni, çiçeklerle benzenmiş yemyeşil bir şehir bir karşıladı Demek ki bu bölgeye yazın kavuran sıcağı henüz uğramamıştı. Önce Ani’ye uğrayıp daha sonra Kars’a döndük. Ani’nin sessizliğine inat Kars cıvıl cıvıldı. İnsanlar sanki geç de olsa gelen yazı kutluyorlardı
Yanı başındaki komşusu Erzurum’un aksine Kars’da yaşam sokaklarda, caddelerde akıyor. Adım başı bir çay bahçesi, cafe ve buna benzer mekanlar karşınıza dikiliveriyor. Rahatsız etmeyen hafif bir müzik kulaklarınıza doğru süzülürken, hemen ilerideki lokantadan enfes kokular yükseliyor. Ani’de 3,5 saat süren gezintinin neticesinde insan ister istemez acıkıyor. Çizgi film karakterleri gibi kokunun geldiği yöne doğru uçmak istiyor, Kars’ın simgelerinden biri olan kaz etini denemek için sabırsızlanıyorsunuz. Ama O da ne, Dilek Abla (Hanımeli restoranın sahibi) kar kalktıktan sonra kaz etti yenilmez diyerek kışa kadar sabretmemiz gerektiğini söylüyor. Kaz etinin yerine bir çırpıda masamızı Kars’ın diğer güzel yemekleri ile donatıveriyor. Ah adlarını neden yazmadım ki, hepsinin tatları dilimin ucunda keşke adları da dilimin ucunda olsaydı. Yemekleri büyük bir hızla mideye indiriyoruz. Yemeğin yanında reyhan şurubu eşlik ediyor. Nasıl bir tattır öyle. Reyhan bizim memlekette de çok fazla kullanılır, hatta bu tattan mahrum kalmamak için Ankara’da 7.kattaki evimde küçük bir saksının içerisinde reyhan yetiştirmeye çalışıyorum. (Ne de olsa ninenim bana yadigârı )Ama doğrusu reyhanın şurubunu yapmak hiç aklıma gelmemişti. Ayaküstü bu eşsiz tadın tarifini alıp, yine tekrar Kars sokaklarına vuruyoruz kendimizi. Bu sefer istikamet Kars Kalesi. Aslanlı heykelin mi yoksa atlı heykelin mi oradan dönecektik, kafamız biraz karışıyor. Allahtan sorduğumuz kişiler büyük bir yardımseverlikle ayrıntılı olarak kaleye nasıl gideceğimizi anlatıveriyorlar. Biz de rotamızı çizdikleri pusulaya göre ayarlayıp şehrin sokaklarında kayboluyoruz. Ve o sokaklar insanı hayrete düşürüyor. Geçmişe ışık tutan , pırıl pırıl bakımlı sokaklar. Geçmişin yüküne dayanamayan bazı binalar restorasyon sırasının kendilerine gelmesini bekliyor sessizce. Erzurum ile kıyaslandığında şehirde hummalı bir restorasyon çalışması var. Ve ister istemez kendime şu soruyu soruyorum Üniversiteler Arası Kış Olimpiyatlarını yoksa Kars’mı düzenleyecekti.

Peynircilerin sıralandığı dükkânların önünden geçip sonunda kaleye doğru geliyoruz. Kale adına yakışır şekilde şehrin en tepesinde gözcülük ediyor gelip geçene. Zorlu bir tırmanış bizi bekliyor. Bu tırmanış öncesi kalenin yamacındaki Kümbet Camisi’nde (eski Havariler Kilisesi’nde) soluklanıyoruz. Ani’dekilere nazaran şehrin merkezinde olması bu yapının sağ salim günümüze kadar kalmasını sağlamış. Tek kelimeyle mükemmel bir eser. Özellikle 12 havariye ait kabartmalar değişik ve ilgi çekici. Camiden ayrılıp kaleye doğru yol almışken bir amca bize seslenip, bir yandan caminin tarihçesini anlatıyor bir yandan da nereden geldiğimizi soruyor. Uzun yoldan geldiğimizi öğrenince (Boş bulunup Ankara dediğimden) evine buyur etmek istiyor. Kibarca bir başka sefere diyoruz, hava kararmadan kaleyi gezip Erzurum’ a dönmemiz gerektiğini söylüyoruz. Peki o zaman diyor, ama günü birlik Kars’a geldiğimiz için de bize kızıyor. Çıldır’ı görmeden gitmek olur mu diyor. Bir dahaki sefere diyorum ve kaleye doğru tırmanmaya başlıyoruz. Tırmanış için sağlam kondisyon gerekiyor. Sonunda kaleye varıyoruz.


Kale tüm ihtişamı ile bizleri karşılıyor. Sanırım bozulmadan günümüze gelebilen ender kalelerden birisi. İçerisi hayli büyük. Kale, ayaklarınız altına bir anda tüm Kars’ı seriyor. Manzaranın tadını çıkartırken ansızın tanıdık bir melodi kulağıma takılıyor. Ne o, yoksa tulum sesi mi? Daha sonra sesin kaynağı ortaya çıkıyor. Kafkas Üniversitesi’nden bir grup öğrenci tulum eşliğinde horon tepiyor. Sırtımda şu kocaman çanta ve boynumda fotoğraf makinem olmasa sevgili dostum Miriel’in öğrettiği kadarıyla horon tepenlerin arasına katılacaktım. Ama ben bu güzel görüntüyü kaydetmeyi tercih ediyorum.

Ve yorgunluk yavaş yavaş bedenimde belirmeye başlıyor. Kalenin çimlerinin üzerine kendimi atıyorum. Yirmi dakikalık bir dinlenme molası… Hafif bir rüzgar esmeye başlıyor. Rüzgar ile birlikte kalede su satan amcanın radyosundan yükselen bir Azeri türküsünün ezgileri. Karşımda Kars, çalan türküye eşlik ediyorum. Vakit yaklaşıyor. Güneş ortadan kaybolmak için hazırlanıyor aynı zamanda bizim de ortadan kaybolma zamanımızın geldiğine işaret ediyor. Geziyi neden günü birlik yaptığımızı kendi kendimize sorarak kaleden aşağıya iniyoruz. Heykellerin rehberliğinde yolumuzu çizip, arabamızı buluyoruz. Hareket vakti. Bu kadar zor olacağını tahmin edemezdim doğrusu. Başta Lebethron olmak üzere Karslı pek çok dostum oldu. Onlardan az buçuk bu çok soğuk coğrafyanın insanlarının aslında ne kadar sıcakkanlı, sevecen olduklarını görmüştüm ama bu şehrin tüm sokaklarına bu havanın sirayet ettiğini Kars’ı gezmeden anlayamazdım. Bu durum ister istemez terör belası nedeniyle bu kadar yakınında olup da gidemediğim kendi memleketimi anımsattı. Hafiften içim burkuldu ama aynı zamanda Kars’a bu özlemimi bir nebze olsun giderdiği için teşekkür etmem gerektiğini de hatırlattı. Şükranlarımı sunarak ve yine geleceğime (hem de bu sefer daha uzun süreliğine) söz vererek bu güzel şehirden ayrılıyorum.

Dün ise buraya yazmaya çalıştıklarımın güzel bir özetini sunan Deli Deli Olma filmi televizyonda arzı endam etti. Vakti zamanında gidememiştim ama iyi ki gidememişim. Yoksa ekrana yabancı yabancı bakacaktım . Ani’yi görüp oranın Ani olduğu bilmeyecektim, Alma’nın dediklerini anlayamayacaktım ve bir sürü şey… Filmden gördüğüm kadarıyla, soğuğa çok söylensek de Kars’a kar daha çok yakışıyor. Bir yaz günü gittim Kars’a. Umarım bir sonrakinde kışın yolum düşer bu şirin şehre. Bu sefer söz veriyorum Çıldır’a da gideceğim
Görüşmek üzere.

Kars’a yolu düşecek olanlara nacizhane birkaç küçük tavsiye:

– Kars’ın yöresel yemeklerini tatmak için merkezdeki Hanımeli Restorant’a mutlaka uğrayın.
– Kümbet Cami’ni gezmemezlik etmeyin.
– Kars Kalesi’ne mutlaka tırmanın.
– Ani Harabeleri’ne mutlaka uğrayın. Fotoğraf makinenizi yanınızdan eksik etmeyin. Ayrıca yüksek bellekli bir hafıza kartınızın olması da iyi olur. Şahsen ben 300-350 kare fotoğraf çektim.
– Şehir merkezini süsleyen heykellerin önünde mutlaka fotoğraf çektirin. (Muhtemelen başka şehirlerimizde bu kadar güzel heykeli bir arada bulamayacaksınız.)
– Ben alamadım ama kaşar peyniri almadan evinize dönmeyin.

 

Ağrı Dağı’nın Karşısında Doğubeyazıt…


Yollar sonunda beni ülkemin en doğusuna götürdü. Yağmurlu bir Cumartesi günü rotamızı önce Ağrı’ya daha sonra Doğubeyazıt’a doğru çevirdik. Ağrı denilince akla ilk gelen haliyle Ağrı Dağı oluyor ama heybetli Ağrı Dağı’nı bu ilimizden görmek mümkün değil. Ağrı Dağı’nı görebilmek için Doğu Beyazıt’a doğru uzanmak gerekiyor ama Ağrı Dağ’ı çoğu zaman utangaç. Kendini göstermemek için bulutlara sarılıyor. Şakır şakır yağmur, üzerine çakan şimşeklere rağmen o gün güneşin yüzünü göstermesine kayıtsız kalamayan Ağrı Dağı’ da kendisini bize gösterdi. Güzeller nazlı olur derler ya bu lafın doğruluğunu Ağrı Dağı’nı görünce tekrardan anladım.

Ağrı Dağı Efsanesi’ni çok sevmemin etkisi oldu mu bilmiyorum ama Ağrı Dağı’nın güzelliği karşısında nefesim kesildi. Ve Ağrı Dağı’nın eteğinde uçan güvercin olma isteğinin ne kadar haklı bir istek olduğunu anladım. 9 Ekim 1829 tarihinde Frederick Von Parrot tarafından ilk tırmanışın gerçekleştirildiği Ağrı Dağı’nın, ayrıca Büyük Tufan’dan sonra Nuh’un Gemisi’ne de ev sahipliği yaptığı da rivayet edilmektedir.

Ve Ağrı Dağı’nın karşısında İshak Paşa Sarayı. Doğubeyazıt’ın 5 km uzağında, eski Doğubeyazıt yanında sarp kayalıklara kurulu bir mimarlık şaheseri. Özellikle tepeden sarayın görüntüsü muhteşem. Bir an içerisinde olduğunuz zaman diliminden kopup Binbir Gece Masalları’na doğru yol alıyorsunuz. Birazdan sihirli halınız ile sarayın önüne inecek, bir bir kapılardan geçerek sarayın avlusuna varacaksınız. İshak Paşa Sarayı’nın neden 100 yılda tamamlandığını da insan sarayı gezince anlıyor. Taş işçilikleri muntazam. Özellikle aslan figürleri, birazdan canlanacak gibi sarayın girişinde sizi selamlıyor, ağaçlar en güzel çiçeklerini sizlere sunuyor. Doğubeyazıt ovasını ayaklarınız altında getiren eşsiz manzara hemen hemen sarayın her odasının penceresinden içeriye doğru süzülüyor.

Bir zamanlar Doğubeyazıt bu sarayın etrafında kurulu bir yerleşim yeri iken, depremler, savaş ve diğer nedenlerden ötürü ilçe biraz daha batıya taşınmış. Uzunca bir süre de İshak Paşa Sarayı kendi kaderine terk edilmiş. Yıkılmaya yüz tuttuğunda birilerinin aklına restorasyon çalışmalarına başlamak gelmiş. O restorasyon çalışmaları ise halen sürüyor. Gördüğüm kadarıyla da bu çalışmalar pek de özenli değil. Ayrıca yine yurdum insanının tarihine sahip çıkamama bilinciyle hareket etmesi nedeniyle Ani’deki manzaralar burada da tekrarlanmış. Taş işçiliği ile bin bir nakışla bezenen o duvarlarda “Gecelerin Prensi” gibi yazılar görmek insanı ister istemez sinirlendiriliyor. O bilindik keskin koku nedeniyle sarayın bazı noktalarında (Erzak odaları, Zindan,Hamam, Cami vb.) ilerlemek imkansız hale gelebiliyor. Bu topraklarda, bu tarihi ve kültürel birikimin üzerinde yaşadığımız için ne kadar şanslı olduğumuzu bir türlü anlayamadığımız gibi var olan tarihi mirasımızı da kendi ellerimizle yok etmeden geri durmuyoruz. Ama başka bir Anadolu yok, başka bir İshak Paşa Sarayı yok.

Gelelim Doğu Beyazıt’ın bittiği yere Gürbulak Sınır Kapısı’na. İleride İran. Anadolu kadar eski, çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış, bazılarımızın Ata toprağı Persepolis… Şimdilik İran’a bir el sallayıp bir gün o sınırı geçeceğime söz verip rotamı tekrar Batı’ya doğru çeviriyorum. Sabahleyin peşimize düşen yağmur bulutu, yine peşimize takılıyor. Zorlu bir üç saat sonra bu sefer beş hafta da olsa bana ev sahipliği yapan Erzurum’ a, Palandöken’e ulaşıyoruz. Yorgunluktan bitap olan bedenime inat ruhum Ağrı Dağı’nın eşsiz manzarası, İshak Paşa Sarayı’nın büyüleyici havası ile çoktan düşler aleminde yol almaya başlıyor.
Görüşmek üzere.

Meraklısına,
İshak Paşa Sarayı’nın mimari bölümleri:
Dış cephe,
Birinci ve ikinci avlu,
Zindan,
Selamlık dairesi,
Cami binası,
Aşevi (Darüzziyafe),
Hamam,
Harem dairesi odaları,
Fırın,
Merasim ve eğlence salonu,
kalorifer sistemi
Takkapılar,
Cephanelik ve erzak odaları,
Türbe binası,
İç mimariden bazı bölümler (kapılar, pencereler, dolaplar, şerbetlikler, şömineler vb.)

Kaynak: tr.wikipedia.org

 

İpek Yolu Masalı: Ani




Uzun bir aradan sonra tekrardan merhaba. Yorucu günler geride kaldı demek istiyorum ama henüz atlatamadım. Bu arada bulduğum her boş vakti, bir daha buralara gelemeyecekmişim gibi gezmeye ayırıyorum. Ani, Kars, Doğubeyazıt, Ağrı derken hafta sonu kendimi Batum’da buldum. İlerleyen günlerde oralardan yansıyan kareler de burayı süsleyecek. Umarım tez vakit de olur.
Ani aslında anlatmakla bitmiyor, bitmez de. Bu sefer fotoğraflar önce konuşsun dedim. Bir önceki yazımda da dediğim üzere Ani, bir İpek Yolu durağı. Kentte gördüğüm görkemli yapılar bir yana beni en fazla heyecanlandıran İpek Yolu tabelasını görmek, halen taşları duran o yolda ufak da olsa bir gezinti yapmaktı. Tarih canlandı, ayaklarımın altında aktı. Ve ben büyülenmişcesine yolun bana anlattığı hikayeleri dinledim. Ani bu nedenle benim için en çok da İpek Yolu Masalı… O anlatsın ben dinleyeyim, hikayeler hiç bitmesin…
 

Zamanın Durduğu Yer : Ani



Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik ve sonunda zamanın durduğu yere geldik yani Ani’ye geldik. Zamanın durduğu yer diyorum çünkü Ani tarihler boyu pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış kocaman bir kent. Büyüklüğünü içerisini gezmek için 3,5 saat harcadığımızda fark ettik. Her ne kadar şu an 600 seneye yakındır büyük bir uykuda olsa da Ani zamanında, İstanbul ve Antakya ile birlikte nüfusun en fazla olduğu kentler arasında anılırmış. Çoğu Doğu Anadolu kenti gibi Ani’nin kuruluşu da Urartular zamanına dayanıyor. Urartular, İpek Yolu’nun geçiş noktası üzerinde korunaklı bu bölgede Ani şehrini kurarlar.

İşte bu tarihten sonra Ani’nin serüveni başlar. Urartulardan sonra İskitler, İskitler’den sonra Persler. Persler zamanında Ani, Armenia yani Ermenistan eyaletine bağlanır. Persler’den sonra çeşitli imparatorlukların hâkimiyetine girse de (Roma, Bizans, Selçuk, Osmanlı) Ani, Ermeniler’in yoğun olarak yaşadığı bir kent olmayı sürdürmüştür. Özellikle M.S 800’den başlayan imar çalışmaları ile bu gün halen ayakta olan ve birçoğu ayağa kaldırılmayı bekleyen yapılar inşa edilmiştir. Bu yoğun inşa çalışmalarının sonucunda Ani 1001 kiliseli şehir olarak da anılmaya başlanmış. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Ani’ye gelişi ile birlikte bu kiliselerin yanına camiler, kervansaraylar katılmış. Bu gün çoğumuz için imkânsız bir düş gibi gelse de büyük bir hoşgörü ile her milletten insan Ani’de yaşar olmuş. Timur’un Anadolu’ya gelişi, Akkoyunlu devletinin hâkimiyetini sırasında diğer Doğu Anadolu şehirleri gibi harap olan Ani, son olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetine girmiştir. Ancak 1600’li yılların başında yaşanan şiddetli deprem kente oldukça büyük hasar vermiş, son sakinleri de bu deprem sonrasında Ani’den göçüp gitmiştir. O gün bugündür Ani derin bir uykudadır.

Ani bir Rus arkelog tarafından gün ışığına çıkartılır. Başta ödenek yetersizliği, kentin büyüklüğü, komşumuz Ermenistan ile devam eden bilindik sorunlar nedeniyle o gün bugündür kazı çalışmaları devam etmektedir. Şu an gördüklerimiz büyük ihtimalle buzdağının görünen kısmı. Daha gün ışığına çıkartılmamış pek çok hazineyi barındırdığından eminim Ani’nin. Ancak ülkemde tarihine çıkma bilincinin ne kadar düşük olduğunu Ani’yi gezerken bir kez daha anladım. Özellikle büyük Katedralin tepesine çıkıp ismini yazmayı başarmış olan Mehmet Aydın adlı şahsı tebrik ediyorum (!) Bu durum sadece kiliseler için geçerli değil camileri de aynı şekilde tanınmayacak hale getirmiş insanımız.


Ani’nin bunun dışında diğer bazı önemli ve büyük sorunları var. Doğru düzgün ne bir yol ne de yerinizi yönünüzü tayin edebileceğimiz kapsamlı haritalar var. Sadece uyduruk diyebileceğim birkaç levha var. Yolların yanında ışıklandırma aramak da büyük bir lüks haliyle. Haliyle bu tarih hazinesini gün batarken veya akşam yıldızların altında gezmek imkânsız hale geliyor. Bir de ot sorunu var. Boyunuzu aşan yabani otlar her tarafı kaplamış. Ayrıca civardaki köylüler, hayvanlarını halen burada otlatıyor. Bu nedenle tarihi kalıntıların etrafında hatta içerisinde hayvan dışkısı görmek olağan hale geliyor. Burnunuza sinen o ağır koku bazı yerlerde ilerlemenizi epey zorlaştırıyor. Aslında çok da zor değil: Tarihimize sahip çıkmak onu korumak. Güzel yollar ve ışıklandırma sistemi, kapsamlı bir temizlik ve restorasyon çalışması, Ani ve civarında konaklama imkanlarının arttırılması hem buralara gelenlerin sayısını arttırır hem de bölgenin yerlilerine tarım ve hayvancılıktan sonra ikinci bir gelir kapısı yaratır. Ama bunlar yapılmayacak. Halen ülkemiz İstanbul ve Antalya’dan ibaret zannediliyor. Turistin ne işi var Kars’da, Erzurum’da, Sivas’da


Ani ile ilgili bu ilk yazımı burada bitirirken yıllardır birbiriyle kardeş olarak yaşamış iki milletin birbirine nasıl düşman edildiğini Ani’nin birbirine kavuşamayan iki yakasını görerek (Aras nehri sınır, nehirden sonraki topraklar Ermenistan’a ait) bir kez daha içim acıyarak anımsadım. Keşke genellemeler yapmadan insanları sırf insan olduğu için değerlendirebilseydik. Her iki tarafta bunun acısını çekti hatta halen çekiyoruz. Hatalarımız yüzünden içimizdeki renklerin bir kısmını soldurduk. Ama yine de geleceğe umutla bakmak gerekiyor. Umarım ileride bir gün Ermenistan olması gerektiği gibi komşumuz olabilir.

Ani’de yer alan eserler: (Ani ile ilgili kapsamlı Türkçe kaynak bulamadığımdan İngilizce isimleri ile buraya yazıyorum)

– The cathedral of Ani
– The church of St Gregory of Tigran Honent
– The church of the Holy Redeemer

– The church of St Gregory of the Abughamrents

– King Gagik’s church of St Gregory (Ani’de en sevdiğim yapı bu oldu. Maketi olsa kesinlikle alırdım)

– The church of the Holy Apostles

– The mosque of Minuchir

– The citadel

– The city walls

– Virgins’ chapel

Ayrıca şu aşağıda verdiğim linkte şehre ait güzel bir simülasyon var:

http://www.virtualani.org/citymap.htm

Kaynakça:
tr.wikipedia.org
en.wikipedia.org
http://www.oguzsevim.org/