RSS

Kategori arşivi: Müzik

Sadece Gülümse…


Çılgın çalışma temposu içerisinde koştururken buraları çok ihmal ettim, farkındayım. Gözlerim bilgisayar ekranına bakmaktan kan çanağına döndü. Az kaldı diyorum kendi kendime az kadı. Bu geceki yol arkadaşım David Gilmour’un Smile’ı oldu. Buyurunuz, bu kime söyleneceği belli olmayan bir nevi öksüz kalmış  parçayı…Kim bilir belki bir sahibi çıkar, evlat edinir.
Would this do
To make it all right
While sleep has taken you
Where I’m out of sight

I’ll make my getaway
Time on my own
Search for a better way
To find my way home
To your smile
Wasting days and days
On this night
Always down and up
Half the night

Hopeless to reminisee
Through the dark hours
We’ll only sacrifice
What time will allow us
You’re sighing… sighing

All alone
Though you’re right here
Now it’s time to go
From your sad stare

Make my getaway
Time on my own
Needing a better way
To find my way home
To your smile

 

Ne şanslıyız ki Pink Floyd gibi şahane bir grup, bu grubun birbirinden yetenekli üyeleri var. Sanırım tek başıma ıssız bir adaya düşsem yanımda bir Pink Floyd albümünün olmasını oldukça isterim (diğer isteyeceğim ise muhtemelen Janis Joplin olurdu) Neyse gece gece işin ucunu iyiden iyiye kaçırdım. Tek başına ıssız adaya düşmek tövbe tövbe…Bu arada yılbaşı kararlarımı uygulamaya çalışıyorum. Şimdi David Gilmour’u görünce serdiğimi filan zannetmeyin. Vakit bulunca konuyla ilgili kapsamlı bir yazı yazmayı planlıyorum. Hatta dayanamayıp Broken Bells grubunu pek bir beğendiğimi şimdiden yazıyorum. Bu grubun ismini ileride fazlasıyla duyacağız, benden söylemesi. Eh bu konularda bazen tutturduğum oluyor. Mesala Kings of Leon için bunu söylemiştim vakti zamanında, çocuklar yüzümü kara çıkartmadılar çok şükür 😛
Neyse yolcu yolunda gerek. Umarım tez vakit de uzun çok uzun yazılarda buluşmak üzere.
 
Yorum yapın

Yazan: Ocak 23, 2011 in david gilmour, Müzik, pink floyd

 

non, je ne regrette rien


Merhaba biraz soluklanmaya ihtiyacım var. Beynim pelte gibi. Öğle tatilinden çaldığım şu üç beş dakikada bir kaç satır karalamaya hakkım var doğrusu. Aylardan Aralık olmuş. 2010’a elveda demeye 2011’i kapımızda buyur etmeye hazırlanıyoruz. Ben ise elimdeki işleri yetiştirme derdinde çırpınıp duruyorum bazen çalkalanan bazense süt liman olan haliyeti ruhiyemle.
Biliyorum son yazdıklarım, yaşadıklarım ama buraya bir türlü yazamadıklarım ucundan kıyısından Edith Piaf’ a dokundu. Bunlar bilinçli olarak bir araya getirilmiş parçalar değil. Şimdi, 1984’den bana bakan George Orwell tesadüf diye bir şey yoktur diye kafama vuracak ama ne yapayım ben tesadüf kavramına inan bir insanım. En azından konuyla ilgili olarak Inception filminde Edith Piaf’ın “non je ne regret” parçasını kullanmak benim fikrim değildi, daha sonrasında la vie en rose’un bir konuşma anında deşifre edilmesi de, geçen Cuma La Mome’un izlenmesi de… Belki sonucusunda benim de payım olabilir, başka bir filmi de izleyebilirdim ama elim La Mome’a gitti. Kendimi o gün hazır hissettim yıllardır izlemeyi ertelediğim bu filmi seyretmeye. Edith Piaf’ın o sesine işleyen hüznün nedenlerinin bir kısmını biliyordum. Ama tamamını öğrenmeye yüreğim el vermemişti, okuyamamıştım otobiyografisini, yarım bırakmıştım. Kızdığım yerler olmuştu ama genellikle kaldırım serçesine üzülmüştüm. Güzel parçaların, hisli ve yoğun parçaların bedeli böyle bir hayat mı diye düşünmüştüm. Ah Bayan Piaf neden kendiniz gibi oldunuz ki, çünkü acı çekmenizin en önemli nedeni kendiniz gibi olmaktır.
La Mome, öncelikle başarılı bir film olmuş. Kesinlikle sıkıcı bir otobiyografik bir uyarlama değil. Konu Edith Piaf olunca filmin de müzik üzerine kurulması son derece doğal. Böylelikle bizlerde aslında her şarkının bir öyküsünün, bir anının eseri olduğunu anlıyoruz. Bunlar arasında beni en fazla şaşırtan Milord oldu. Edith Piaf’a göre fazlasıyla neşeli bulduğum bu parçanın aslında Titiene adlı, zamanında küçük Edith’i koruyup kollayan, Edith’in tekrar görmesi için dua eden hayat kadınını anlattığını öğrenmek ilk başta beni şaşırttı. Şarkının sözlerini bir kez daha dikkatlice gözden geçirince aslında çokta şaşırılmaması gerektiğini anladım. Ve böylelikle bu oldukça neşeli bulduğum şarkıya da bir parça hüzün karışmış oldu. Sırasıyla la foule, la vie en rose, padam padam arzı endam etti. Ancak son vuruş benim de tüm şarkıları içerisinde en fazla sevdiğim non, je ne regrette rien ile oldu. Sözlerini bilmeseniz bile şarkının melodisinden, Bayan Piaf’ın ses tonundan “Yıkılmadım, Bu yaşam bana ait” duygularını hissedebilirsiniz. Zaten Edith Piaf’da bu şarkı kendisine ilk kez tanıtıldığında “Bu benim demiş”. Aslında bu hepimizin şarkısı, hepimizi anlatıyor. Doğrularımızla ve yanlışlarımızla bu bizim hayatımız. Utanmak yerine onu böyle kabul etmek gerekiyor. Geçmişten bana ne diyebilmeli insan, süpürüp atabilmeli yeri geldiğinde. Tabi ki dersler alınmalı maziden ama sürekli geçmişe demir atarak anı unutmak gereksiz. Boşuna söylememişler Carpe Diem diye 🙂
La Mome’u bu kadar etkileyici yapan unsurlardan biri müzik ise diğeri de Marion Cotillard ‘ın sergilediği muhteşem oyunculuk. Ben beyaz perdede onu değil, kesinlikle Edith Piaf’ı izledim. Son yıllarda gördüğüm en iyi oyunculuk. Anasının ak sütü gibi helal olsun Oscar’ı, Altın Küresi vb. (Zaten o odülleri vermemiş olsalardı Akademi Üyelerini gidip bir güzel pataklardım) Gerçi o seneki Oscar törenin ardından heykelciği kazanması süpriz oldu gibisinden bir takım lakırdılar yapılmıştı, hatırlıyorum. Pes diyorum sadece. Başka kim bu kadar hak etmiştir ki Oscar’ı?
Oyunculuğun yanısıra filmim kurgusunu da beğendim. Geriye ileriye doğru gidişler, bütün bunların güzel bir şekilde bağlanması ve sonuçta ise bir şarkının hikayesini anlatılması gerçekten hoş bir anlatım tarzı olmuş. Ayrıca makyaj ve kostümler de çok iyiydi. Hatta birazcık zorlasalar başrol oyuncusu Piaf’ın çocukluğunu bile oynayacakmış. Bu makyaj ekibi rahatlıkla benden bile bir Edith Piaf yaratabilir 🙂 Tebrik ediyorum doğrusu.
Velhasıl bir yazı da burada biter. Bayan Piaf’a yakışacak şekilde non je ne regret ile kapanışı yapalım. Umarım huzurlu ve yüzünde müzip gülümse ile bu yazdıklarımı bir yerlerden okuyorsundur sayın Piaf. Gerçi henüz Fransızca öğrenebilmiş değilim. Af edersiniz o benim miskinliğim. Oralarda size bunları Fransızca’ya çevirecek birileri oduğundan da süphem yok. Uzun lafın kısası bize bıraktığın o muhteşem şarkılar ve farkında olmasan da tazelediğin güven duygusu için geç de olsa teşekkürlerimi sunuyorum ve diyorum ki GEÇMİŞTEN BANA NE NE
non, rien de rien,

non, je ne regrette rien,
ni le bien qu’on m’a fait, ni le mal,
tout ça m’est bien égal.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien.
c’est payé, balayé, oublié.
je me fous du passé.

avec mes souvenirs,
j’ai allumé le feu.
mes chagrins, mes plaisirs,
je n’ai plus besoin d’eux.
balayés mes amours
avec leurs trémolos,
balayés pour toujours :
je repars à zéro.

non, rien de rien,
non, je ne regrette rien,
ni le bien qu’on m’a fait, ni le mal,
tout ça m’est bien égal.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien
car ma vie,
car mes joies,
aujourd’hui,
ça commence avec toi…
————————————————————————–
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
bana yapılmış iyilikler ve kötülüklerin
hepsi aynı bana
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
ödendi, süpürüldü, unutuldu.
geçmişten bana ne!

anılarımı yaktım gitti
artık acı ve zevklerime ihtiyacım yok
aşklarımı tremololarıyla beraber süpürüp attım

sonsuza kadar sildim: elde var sıfır.

hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
bana yapılmış iyilikler ve kötülüklerin
hepsi aynı bana
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
çünkü yaşamım,
çünkü zevklerim
seninle başlıyor bugün.

 

la vie en rose… vulu la la … jeux d’enfants


Sanırım birazdan bu blogdaki en kısa yazıma imza atmış olacağım. Bayram tatilinde Inception nedeniyle her gün sabah akşam düzenli olarak aldığım Edith Piaf’ın dozu Perşembe akşamı yapılan bir görüşme ile iyice arttı.Pek hayırlı bir durum değil. La vie en rose… Ne diyeyim, bu şarkı benim yumuşak karnımdır. Bacak kadar bir çocukken Sabrina’yı izlerken ilk kez kulağıma çalınmıştı ve “vulu la la vulu la la”  şeklinde kendi çapımda söylemeye başlamıştım. Gel zaman git zaman şarkının Edith Piaf tarafından icra edildiği,  zatı muhteremin la vie en rose kadar güzel diğer parçalarının da olduğunu öğrenmiş oldum.
İçerisinde Paris olan her filmde ucundan kıyısından bu bayanın sesini duyarız. Ama bazı filmler vardır ki sadece onun şarkıları için yapılmıştır jeux d’enfants da olduğu gibi. İzlediğim ilk günden beri la vie en rose’u bu filmsiz, bu filmi ise la vie en rose’suz düşünemiyorum. Tabi bunu yine kendime sakladım, söyleyemedim…
“the magic spell you cast this is la vie en rose..”

P.S: Ayrıca büyüyünce turta olmak istiyorum 😛

 

Bir 24 Kasım Daha… Who Wants To Live Forever…


Evet bir 24 Kasım daha gelmiş. Zaman ne kadar da hızlı akıp gidiyor. 19 yıl olmuş Freddie bu dünyadan göçeli. Öldüğünde Queen’den daha yeni haberdar olmuştum. Asıl lise yıllarında Queen’i ve Freddie’yi keşfettim. O gün bugündür de bir daha bırakmadım. Ve her 24 Kasım bana şunu hatırlatıyor: “Who wants to live forever. Forever is our today…”

Rahat uyu Freddie. Gerçi buralarda çok özleniyorsun.
There’s no time for us
There’s no place for us
What is this thing that builds our dreams yet slips away
from us
Who wants to live forever
Who wants to live forever….?
There’s no chance for us
It’s all decided for us
This world has only one sweet moment set aside for us
Who wants to live forever
Who wants to live forever?
Who dares to love forever?
When love must die
But touch my tears with your lips
Touch my world with your fingertips
And we can have forever
And we can love forever
Forever is our today
Who wants to live forever
Who wants to live forever?
Forever is our today
Who waits forever anyway?
 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 24, 2010 in freddie mercury, Müzik, queen

 

Rüyalarım… Ve Yol Arkadaşım Heart


Son günlerde MTV’den yeni bir şarkı keşfetme, dinlenecek eli yüzü düzgün bir grup ve şarkıcı bulma çalışmalarım nafile bir çaba olmadan öteye gidemedi. Hal böyle olunca eskilere daha da sıkı sarıldım. Zaten takıntılı olduğum bazı gruplar, albümler vardır. Seneler geçse de onların yeri değişmez. İşte onlardan biri de Heart’dır. Zamanında TRT-3’ün bana yaptığı en büyük iyiliklerdendir. Seneyi tam olarak hatırlamasam da 80’lerin sonu 90’ların başı olduğunu tahmin ediyorum. Heart’ın arka arkaya video kliplerini yayınlamışlardı. O gün bu saçları aşırı kabarık bayanlara ve söyledikleri şarkılara hayran olmuştum. Söylediklerinden o vakit İngilizce bilmediğimden  hiç bir şey anlamamıştım ama o melodi, hele ki Alone’ın başındaki solo beni benden almıştı. Sonrasında da Bon Jovi ile başlayan Metallica’ya kadar uzanan fanatik hayranlık maceralarının arasında Heart’ı hiç unutmadım. Güç zamanların kurtarıcısı (Bkz. Alone ile yapılan uzun ağlama seansları) dile getirilemeyen duyguların tercümanı  (Bkz. Şimdi olduğu gibi These Dreams) oldu. Tabi bir de Barracuda ile doyasıya tepinmenin lügatımdaki karşılığı.
Heart  her ne kadar 80’li yıllarla özdeşleşmiş olsa da kökleri daha da geriye dayanan bir grup. Barracuda’nın yer aldığı 1980 öncesindeki çalışmalarına hafiften kulak kabartmanızı tavsiye ediyorum. 80’lerden sonra hafiften inzivaya çekilmiş olsalar da yeni albümleriyle güzel bir dönüş yaptılar. 50’li yaşlarını çoktan devirmiş olan bu iki bayan yine sahnede devleştiler. Özellikle American Idol’daki performansları parmak ısırtacak cinsten. Ve bir de yaşadığı kilo problemi nedeniyle zamanında müzik şirketleri nedeniyle kliplerde sadece yüzü gösterilen Ann Wilson’un artık olduğu gibi arzı endam etmesi beni ayrıca mutlu etti. Bu konuda yol kat ettik sanırım. Misal, Beth Ditto  moda dergilerine kapak olabiliyor. Aslında normal olan da bu, geçmişteki uygulamalar mantık dışı. Umarım fiziksel özellikleri nedeniyle bu güzelim seslerin yolları tıkanmaz. Görüntü de önemli ama gerçek müzikseverler sesi istiyor ambalajdan, paketten önce. O nedenle artık bugün etten, saçtan yarın muhtemelen sütten yumurtadan elbiseleriyle dolaşacak olan Lady Gaga’dan fenalık gelmiş durumda.
Neyse bana müsade. Sizi Heart’ın en anlamlı parçalarından birinin sözleriyle başa başa bırakırken artık mekana yeni bir yazar daha eklendiğini  de müjdeleyim. Gerçi siz onu çoktan gördünüz. Beni amatör yazılarımın yanında artık müzik konularında işin ehli Nix’den bir kaç satır okumak hepimizi mutlu edecektir.
Görüşmek üzere
Spare a little candle
Save some light for me
figures up ahead
Moving in the trees
White skin in linen
Perfume on my wrist
And the full moon that hangs over
these dreams in the mist
Darkness on the edge
Shadows where I stand
I search for the time
On a watch with no hands
I want to see you clearly
Come closer than this
But all I remember
Are the dreams in the mist
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
Is it cloak ‘n dagger
Could it be spring or fall
I walk without a cut
Through a stained glass wall
Weaker in my eyesight
The candle in my grip
And words that have no form
Are falling from my lips
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
There’s something out there
I can’t resist
I need to hide away from the pain
There’s something out there
I can’t resist
The sweetest song is silence
That I’ve ever heard
Funny how your feet
In dreams never touch the earth
In a wood full of princes
Freedom is a kiss
But the prince hides his face
From dreams in the mist
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
Meraklısına:
Heart Albümleri
 
1976: Dreamboat Annie
1977: Little Queen
1978: Magazine
1978: Dog and Butterfly
1980: Bebe le Strange
1982: Private Audition
1983: Passionworks
1985: Heart
1987: Bad Animals
1990: Brigade
1993: Desire Walks On
2004: Jupiters Darling
2010: Red Velvet Car
Ayrıca Nancy Wilson, Cameron Crowe’ın filmlerinin muhteşem soundtracklerinin gizli kahramanıdır 😉
 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 14, 2010 in Heart, Müzik, mekan sahibinin sesi

 

Let the Sunshine in…


Evim evim güzel evim.Üç günlük tatil için de bile olsa eve dönmek güzel. Evet son zamanlarda blogu biraz ihmal ettim ama haklı nedenlerim vardı. Neyse o sorun olan nedenlerden bir kısmı ortadan kalkmak üzere. Tezi yazmak bir dert, savunması ikinci dert, düzeltmesi üçüncü dert, sanırım teslimi ise dördüncü dert olacak. Bunun yanında hengameli iş yaşantım da son sürat devam ediyor. Yoruldum demekten korkuyorum. Eğer bunu dersem beni ayakta tutan son enerji kırıntıları da uçup gidecek. Neyse mekan sahibinin bitmek bilmeyen dırdırını kimse dinlemek istemez sanırım.
Çarşamba’dan beri Hair müzikalinin o çok sevilen ve bilinen şarkısı dilime yapıştı. İşe doğru gitmek için kapadokya sokaklarını arşınlarken yağan yağmurun kokusu, üzüm asmalarının sararan yaprakları, uğultusu duyulan rüzgar, yetiştiremediği iş güç nedeniyle yüzü asılmış, neşesi kaçmış, adam akıllı uyuyamış benim aklıma let the sunshine in’i düşürdü. Bir yandan mırıldanıp bir yandan kısa bir zaman yolculuğuna çıktım. Ortaokul sıralarında bir öğretmenimin varlığı ile Hair’den haberdar olmuştum. Nasıl da güzel anlatmıştı. Büyülenmiştim adeta. Ama anlayamamıştım niçin yasaklanmıştı, barışı savunan bir eser neden yasaklanır dı? Bu soruların cevaplarını ise ilerleyen yıllarda bulacaktım ama o gün dinlediklerim bazı kapıların açılmasına neden oldu.
Velhasıl zaman makinesi günümüze çevirecek olursak müzikalin bir sahnesinde dediği gibi hayatım bonoların, hisse senetlerinin arasında geçse de inatla let the sunshine in…

We starve-look
At one another
Short of breath
Walking proudly in our winter coats
Wearing smells from laboratories
Facing a dying nation
Of moving paper fantasy
Listening for the new told lies
With supreme visions of lonely tunes

Somewhere
Inside something there is a rush of
Greatness
Who knows what stands in front of
Our lives
I fashion my future on films in space
Silence
Tells me secretly
Everything
Everything

Manchester England England
Manchester England England
Eyes look your last
Across the Atlantic Sea
Arms take your last

embrace
And I’m a genius genius
And lips oh you the
doors of breath
I believe in God
Seal with a righteous kiss
And I believe that God believes in Claude
Seal with a righteous kiss
That’s me, that’sme, that’s me

The rest is silence
The rest is silence
The rest is silence
Our space songs on a spider web star
Life is around you and in you
Answer for Timothy Leary, dearie

Let the sunshine
Let the sunshine in
The sunshine in
Let the sunshine
Let the sunshine in
The sunshine in
Let the sunshine
Let the sunshine in
The sun shine in…

 
 

a case of you…


Sonbahar iyiden iyiye kendisini hissettirken bazen hüznün bazen de sevincin kollarında hafifçe kaybolan ruhum için en iyi ilaç sanırım Joni Mitchell şarkıları. Hem o değil mi sürekli kışa, kara özlem duyan. O nedenle Joni Mitchell’i dinlemek sonbaharda ve kışta daha da güzeldir. Özellikle kar hafif hafif atıştırırken pencere kenarına tüneyip bir fincan kahve ile. Şimdilik kar yok ama yine pencerenin kenarındayım yine elimde kahvem ve yine ümitsizlik kırıntıları…Bu gece ” a case of you” eşlik etsin yolculuğuma, korkularımı o dile getirsin, söyleyemediklerimi o söylesin.

Just before our love got lost you said

I am as constant as a northern star
And I said, constantly in the darkness
Where’s that at?

If you want me I’ll be in the bar
On the back of a carton coaster
In the blue TV screen light
I drew a map of Canada
Oh Canada
With your face sketched on it twice

Oh you’re in my blood like holy wine
You taste so bitter and so sweet
Oh I could drink a case of you darling
And I would still be on my feet
Oh I would still be on my feet

Oh I am a lonely painter
I live in a box of paints
I’m frightened by the devil
And I’m drawn to those ones that ain’t afraid
I remember that time that you told me, you said
Love is touching souls
Surely you touched mine
Cause part of you pours out of me
In these lines from time to time

Oh you’re in my blood like holy wine
You taste so bitter and so sweet
Oh I could drink a case of you darling
Still I’d be on my feet
I would still be on my feet

I met a woman
She had a mouth like yours
She knew your life
She knew your devils and your deeds
And she said
Go to him, stay with him if you can
But be prepared to bleed

Oh but you are in my blood you’re my holy wine
You’re so bitter, bitter and so sweet
Oh I could drink a case of you darling
Still I’d be on my feet
I would still be on my feet

 
Yorum yapın

Yazan: Ekim 10, 2010 in joni mitchell, Müzik, sonbahar

 

Memphis Beat Şarkıları


Yine cnbc-e ile başbaşayız. Ve şansıma önceki yazılarımda adını sürekli yanlış yazdığım Hot in Cleveland var ama bu sefer dergiden kopya çekerek adını doğru yazmayı becerebildim. Konumuza dönecek olursak Memphis Beat’i hafta sonu tekrardan izledim,sırf çalan parçalar uğruna. Tabi sonrasında sanırım yaklaşmakta olan Efes Blues Festivalinin de etkisiyle yana yakına dizinin ilk bölümünde çalan parçaları aramaya başladım. Araştırmacı kişilik angelic sonunda muradına kavuştu. Oysa bunun için baş ucunda duran dergiye daha dikkatli bakması gerekiyormuş. Neyse işte ilk bölümde arzı endam eden kulaklarımızın pasını silen şarkılar şunlar:
1-Green Onions-Booker T& the MG’s
2-Wichita Lineman- Glen Campbell
3-Walking the Dog-Rufus Thomas
4-Bootieg- Booker T& the MG’s
5-Son of a Preacher Man-Dusty Springfield
6-What It Is-Little Milton
7- That’s All Right Mama- Elvis Presley
8-Drop Down Mama-Sleepy John Estes
9-Born Under a Bad Sign- Albert King
10-Time is Tight- Booker T& the MG’s
11-I See a Darkness-Keb Mo
12-Change Gonna Come-Otis Redding
Şimdiden iyi dinlemeler.Memphis Beat’i izlemek isterseniz her perşembe saat 21.00’de cnbc-e’de
Kaynak: Cnbc-e dergi, Eylül 2010 sayısı
P.S: Eh bu kadar reklamdan sonra sayın GY ve CA bizleri de görür 😛
 

U2’yu Size Bırakıyorum Jefferson Airplane Bana Yeter


U2, U2, U2… Bir kaç gündür suni gündemimiz U2 oldu. Yok Bono şunu yaptı, bununla görüştü filan falan. Acaba U2 İstanbul’a konsere gelmeseydi U2’yu kim göklere çıkaracaktı merak ediyorum. Bir kere dünyanın en iyi rock grubu diye gözümüze sokulması beni çok rahatsız etti. Benim sevdiğim, dinlediğim U2 bu olamaz zaten. Bono, özellikle Bosna savaşı zamanında çok yerinde güzel işlere imza attı,bu nedenle kalbimizdeki yeri başkadır ama artık mikrofonu her gördüğünde anlamlı anlamsız mesajlar vermesi beni bunalltı. Bilmiyorum sanki aramızdaki o samimiyet eridi gitti. Müzikleri için de aynı şeyi üzülerek söyleyeceğim. Sometimes You Can’t Make It On Your Own dışında son zamanlarda yaptıkları parçaları severek dinleyemedim oysa The Joshua Tree albümlerini baş ucumdan ayırmam. Evet eski U2’yu arıyorum. Bu kadar fazla popüler olmayan U2’yu , I still haven’t find what I’m looking for gibi içten şarkıları yapan U2’yu…

U2 böyle iken şu aralar kurtarıcım Jefferson Airplane. Keşke 1965-1970 arasını müzik için tekrardan geri getirebilsek. O dönemde yapılan şarkıların tadını maalesef günümüzdeki hiç bir şarkı veremiyor. Sanıyorum tüm içtenlikleri ile o dizelere, o melodilere imza atmaları çiçek çoçuklarını efsaneleştirdi. İşte Jefferson Airplane de o dönemin en sıkı gruplarından biri. The Doors’un, Grateful Dead’in hafiften gölgesinde kalmış olsa da en az onlar kadar başarılı bir grup. Hatta kafaları en iyi grup olduklarından dolayı o dönemin grupları içerisinde ben en çok bu arkadaşları severim. Gerçi daha sonra starship filan oldular ama onların hep airplane hallerini sevdim, dinledim. O zaman dinlemeye devam. U2’yu size bırakıyorum Jefferson Airplane bana yeter.

“There’s something happening here
What it is ain’t exactly clear
There’s a man with a gun over there
Telling me I got to beware

I think it’s time we stop, children, what’s that sound
Everybody look what’s going down

There’s battle lines being drawn
Nobody’s right if everybody’s wrong
Young people speaking their minds
Getting so much resistance from behind

I think it’s time we stop, hey, what’s that sound
Everybody look what’s going down

What a field-day for the heat
A thousand people in the street
Singing songs and carrying signs
Mostly say, hooray for our side

It’s time we stop, hey, what’s that sound
Everybody look what’s going down

Paranoia strikes deep
Into your life it will creep
It starts when you’re always afraid
You step out of line, the man come and take you away

We better stop, hey, what’s that sound
Everybody look what’s going down
Stop, hey, what’s that sound
Everybody look what’s going down
Stop, now, what’s that sound
Everybody look what’s going down
Stop, children, what’s that sound
Everybody look what’s going down”

P.S: Ne acıdır ki her defasında tüylerimi diken diken eden bu şarkı Vietnam’da bir hiç uğrana savaşan onlarca gencin en sevdiği şarkılardan birisiymiş

 

Mad World…


Ne yazmaya geldim ne yazıyorum değil mi . O haberler maalesef doğru. Geç kalmış takdirler karşılığında mutlu olmam gerekse de sebepli bir üzüntü yumağının içerisindeyim. Bu noktadan sonra ne için kim için ? Aslında anlamam gerekirdi. Dünden beri dilime sakız olan şu şarkıdan

all around me are familiar faces,
worn out places, worn out faces,
bright and early for their daily races
going nowhere, going nowhere,

and their tears are filling up their glasses,
no expression, no expression,
hide my head, i want to drown my sorrow,
no tomorrow, no tomorrow,

and i find it kind of funny,
i find it kind of sad,
the dreams in which i’m dying
are the best i’ve ever had.

i find it hard to tell you,
cause i find it hard to take,
when people run in circles,
it’s a very, verymad world mad world mad world mad world

children waiting for the day they feel good,
happy birthday, happy birthday,
made to feel the way that every child should
sit and listen, sit and listen.
went to school and i was very nervous,
no one knew me, no one knew me,
hello teacher, tell me what’s my lesson,look right through me,
look right through me