RSS

Yazar arşivleri: angelic

angelic hakkında

I am a dreamer. I know that times are hard for dreamers ...

İkinci Randevu: L’Illusionniste


Bu gün 23 Mart ve halen bloglara ulaşılamıyor. Yapboz tahtasına döndü. Bir açılıyor bir kapanıyor blogspot. Neyse artık daha fazla konuşup enerjimi tüketmek istemiyorum. İstedikleri buysa evet oldu. Sevinebilirler.

Dün akşam Sylvain Chomet’in son filmi L’Illusionniste’i yani Sihirbaz’ı geç de olsa izleyebildim. Bu ikinci randevumuzdu Sylvain Chomet ile. İlkini bilenler bilir (Belleville’de Randevu). Hollywood’un mükemmelliği öven animelerinden sonra Belleville’de Randevu filmi gerek konusu gerekse de hikâyeyi taşıdığı gri dünyası bezgin ve yorgun suretleriyle ben de hayranlık uyandırmış, en sevdiğim animasyonlar arasında baş köşelerden birine yerleşmişti. Haliyle Sylavin Comet ile ikinci randevu için sabırsızlanıyordum.

Sihirbaz, ünlü Fransız sanatçı Jacques Tati’nin 1956 yılında yazmış olduğu ancak beyazperdeye aktaramadığı senaryosundan yola çıkılarak çekilmiş bir animasyon filmi. Filmimiz kahramanı orta yaşlarının sonunda Fransız bir sihirbazdır. Ekmek kavgası Onu Fransa’dan İngiltere’ye sürükler. Bir gün gösterilerini yapmak için uğradığı İskoçya’nın küçük bir kasabasında küçük bir kızla tanışır. Küçük kız kaldığı otelin temizliğini yaparak hayata tutunmaya çalışmaktadır. Sihirbazın yaptıklarını gerçek bir sihir olarak görür ve onunla birlikte Edinburgh’a gelir. Gel zaman git zaman mevsimler değişir, insanlar değişir…

Jacques Tati bu senaryoyu kızına adamış, bitmek bilmez koşuşturmaları nedeniyle ihmal ettiğini düşündüğü kızına. Bu suçluluk duygusunu filmin tamamında görmek mümkün… Filmin diğer bir dikkat çekici özelliği ise toplam 5 dakikayı geçmeyen diyaloglar ile koca bir öykünün anlatılabilmesi. Yabancı dil bilmeyen birisi rahatlıkla bu filmi anlayabilir. Sadece son kısmında tercüme gerekebilir. (Gerçi okuduklarıma göre onu da film festivalinde yanlış çevirmişler L) Ayrıca çizimler Belleville’de Randevu’ya kıyasla daha iyi. Özellikle İskoçya köyü ve Edinburg o kadar güzel resmedilmiş ki, insanın içinde yaşayası geliyor. Yine Belleville’de Randevu’da olduğu gibi film yan karakterler ile zenginleştirilmiş. Kukla oynatıcısı ve palyaçonun hikâyesi yüreğimi sızlattı. Sanırım sürekli olarak “Up Up” diyerek ortalıkta hoplayan zıplayan akrobat kardeşlerin halleri ise yüzümü güldürdü. Hırçın tavşandan, sarhoş İskoçyalı ’ya kadar o kadar çok ayrıntı vardı ki filmde, bu haliyle Hayao Miyazaki’nin animelerini anımsattı bana.

Uzun lafın kısası Sihirbaz hep aynı animasyon filmlerini izlemekten sıkılanlar ve ayrıntı düşkünleri için kaçırılmaması gereken bir film. Belki konu çok durağan olabilir ama işleyiş tarzı o kadar güzel ki… Yüzünüzde tebessüm, yüreğinizde hafif bir sızı ile kalıyorsunuz filmin sonunda. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bu film izlenmeyi fazlasıyla hak ediyor. Şimdiden iyi seyirler. Ve ayrıca:

Magicians do not exist”

 
Yorum yapın

Yazan: Mart 23, 2011 in anime, sinema

 

Etiketler: , ,

Baş Ucu Kitaplığımdan Son Zamanlarda Okuduklarım: Türkan, Firarperest, Ağrı’nın Derinliği


Vakti zamanında kitaplığa istiflediğim kitapları bitirmeye yönelik bir karar almıştım, hatırladınız mı bilmem. Şimdi o kararımın arkasında olduğumun göstergesi olarak o kitaplarla ilgili birkaç kelam edeceğim. Gerçi Elif Şafak’ın Firarperest’i o listede yoktu ama onu da yazmadan edemezdim doğrusu. Sağolsun çok meşaketli bir dönemde yol arkadaşı olmuştur bana. Neyse sözü uzatmadan kitaplarımıza geçsek iyi olur.

“Türkan”- Ayşe Kulin

Ayşe Kulin benim biraz geç keşfettiğim bir yazar ve bundan dolayı utanç duyuyorum. Adı Aylin’in o çok meşhur olduğu günlerde Ayşe Kulin’e karşı bir antipati besledim. Nedense herkes tarafından okunan bu kitabın içinin boş olacağını düşündüm. Aslında bu durumun ortaya çıkmasında hazırlanmakta olduğum üniversite sınavının haliyeti ruhiyemde açtığı derin yaranın payı büyüktür. Okul, dershane arasına sıkışmış yaşam formumda kitap okumaya vaktim yoktu ve bu beni hırçınlaştırıyordu. Gerçi o zaman bunu anlamamıştım. Gel zaman git zaman Ayşe Kulin peşi sıra kitaplarını yayınlamayı sürdürdü. Ve bu kitapların hemen hemen hepsi en çok satanlar listesine girdi. Elim, kitaplarına gitse de kafamda asılı duran acaba sorusu nedeniyle her defasında başka bir kitapla ayrıldım kitapçıdan. Sonunda Ayşe Kulin’in Köprü adlı romanından Vali isimli bir dizi bir tv kanalımızda boy gösterdi.  Dizi konusunda cnbc-e dışında başka bir kanala pek şans vermeyen biri olarak bu dizi beni ekrana bağladı desem yanlış olmayacak. Bunun üzerine kafamdaki o acaba sorusunu zorda olsa bir kenara iteleyip

Ayşe Kulin’in kitaplarını hayatıma soktum ve şu güne kadar da okumadığım için oldukça hayıflandım. Bir kere dilimizi çok iyi kullan bir yazar.  Su gibi akıp gidiyor. Çok duru ve akıcı… Okuduğum kitaplarının hiç birinde oflayıp pufladığımı hatırlamıyorum. Aksine en fazla bir haftada kitap bitmiş oluyor. O nedenle Ye, Dua Et, Sev felaketinden sonra Türkan ilaç gibi geldi. Gerek örnek aldığım çok değerli bilim insanı Türkan Saylan’ın hayatını anlatması gerekse de Ayşe Kulin’in ince dil işçiliği sayesinde ortaya okuması oldukça zevkli güzel bir anı-roman çıkmış.  

Kitabın sayfalarını bir bir çevirirken ibret verici bir hayat hikâyesine de tanıklık ediyorsunuz. Biliyorum gerek hayatta iken gerekse de öldükten sonra Türkan Hoca hakkında o çirkin iddialar devam etti, ediyor. Ama bu kitap yazarının da dediği gibi Prof. Dr. Türkan Saylan’ın bir savunması. Herkes istediğine inanmakta serbest ama o iddiaları dinleyenlerin bir de şu kitabı okumalarını isterim.

Uzun lafın kısası Türkan, tek ve tek başına büyük ve ulvi bir hayat mücadelesini anlatıyor. Ülkemizde bilime giden yol meşakkatli. Çoğu zaman pes etme noktasına geliyorsunuz ama Prof. Dr. Türkan Saylan gibi örnekler olunca bu zorlukların aşılabileceğine inancınız biraz daha artıyor. Sanırım ileride zor zamanlarımda bu kitaba bakarak güç alacağım.

“Firarperest”- Elif Şafak

Aslında yazının başında da dediğim üzere bu kitap o malum listede yoktu. Yeni çıkmış kitaplar rafında dikkatimi çekip, rastgele açtığım bir sayfa (bkz. Sayfa 65- Zamanla Yarışan Kadınlar) ile kalbimi çaldı. Elif Şafak’a öyle çok fazla düşkünlüğüm yoktur. Yeni kitabı çıktığında koşa koşa gidip alıp okumam. Üzerinden biraz zaman geçmeli, biraz gündem değişmeli işte o zaman kuytu bir köşeye geçip kitabını okumaya başlarım. Böyle kronolojik sıraya göre gitmez okuduğum kitapları bir baştan bir sondan bir ortadan olur. Ama bu sefer Firarperest’in 65. sayfası bu kuralımı alt üst etti.  Çünkü o sayfada anlatılanlarda çokça kendimi bulmuştum. Ve bulmuşluğa yenik düşerek ve kendi koyduğum kuralları da çiğneyerek Elif Şafak’ın bir kitabını tam da en çok satanlar listesindeyken sepetime atıverdim. Ve bu kitabı kimi zaman 16 saati aşan mesailerim arasında yutarcasına okudum.

Öyle aksiyon, korku, gerilim, aşk, şiddet dolu bir öykü beklemeyin. O birçoğumuzun zorla okutulan Sofie’nin Dünyası kitabı nedeniyle soğuduğumuz deneme türünde bir kitap bahsettiğimiz. Elif Şafak’ın kimi gazeteleri ve dergileri süsleyen denemelerinden oluşan oldukça kişisel bir çalışma. Ama nedense ben bu kitabı çoğu romanından daha rahat okudum, daha fazla sevdim. Sanırım bu durum aramızdaki perdeyi biraz daha kaldırdığından kaynaklanıyor olsa gerek. Oysa Elif Şafak’ın kitaplarının ilk kısımları beni zorlar. Başlarım, bırakırım. Sonra yine başlarım bırakırım. Ve üçüncü hatta bazen dördüncü denememde bir şekilde ritmi yakalarım, okumayı sürdürürüm. İlk bölümler arkada kalırken izleyen bölümler başlangıcın yavaşlığına inat hızla akıp gider. Kitabın sonunda güzel bir lezzet kalır ağzımda. Bu durum emeksiz yemek olmaz deyiminin kanıtı olsa gerek. İlginçtir ki bu durumla çok sevdiğim Ursula K. LeGuin’in kitaplarında da  çoğu kez karşılaşırım. İki kez başlayıp bıraktığım Bağışlamanın Dört Yolu halen kütüphaneden göz kırpıyor, birbirimize bağlanacağımız günü bekliyor. Velhasıl Elif Şafak’ı biraz daha yakından tanımak için Firarperest güzel bir fırsat .

“Ağrı’nın Derinliği”- Ece Temelkuran

Gelelim son kitabımıza. Kitabımız, köşe yazılarından ve fırsat buldukça sürekli değişen yayın saatine inat hatta kanalına rağmen izlediğim TV programından takip ettiğim Ece Temelkuran’a ait. Ece Temelkuran öncelikle iyi bir gazeteci, bunun yanında kalemi güçlü bir yazar. Hal böyle olunca yazdıkları tadından yenilmez oluyor. Hatta itiraf etmem gerekirse şu güne kadar yazdığı gazeteleri ilk onun yazısından itibaren okumaya başladım, halen de öyle okuyorum. Ece Temelkuran’ın diğer bir sevdiğim yanı ise gerek etliye gerekse de sütlüye dokunarak üzerinde düşünmemizi, konuşmamızı ve tartışmamızı gerektirecek konuları bir bir önümüze sermesidir. Oldukça cesur adımlar atarak yastık altı yapılacak çoğu sakıncalı olarak damgalanmış konuları su yüzüne çıkardı. İşte bu çalışmalarından biri Türkiye-Ermenistan ilişkilerini çok farklı bir bakış açısından gözler önüne seren Ağrı’nın Derinliği. Öyle bir çırpıda okunup bitirilecek bir kitap değil. Ara vererek, nefes alarak, üzerine biraz kafa yorularak okunacak bir kitap. Her şeyden önce insanın burnunun direğini sızlatan bir kitap…

Bilmiyorum belki de Doğu Anadolu’ya uzanan köklerim, hoşgörü içerisinde din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin bir kap yemeğin paylaşıldığına dair aile büyüklerim tarafından anlatılan hikâyelerle büyümüş olmam nedeniyle beni derinden etkiledi. Evsizliğin, yurtsuzluğun katlanılması büyük bir yük olduğunu bir kez daha anladım. Her iki taraftan da nefreti körüklemeye, yeni tohumlar ekmeye yeltenen pek çok kişi olsa da acısıyla tatlısıyla bu coğrafyada yaşanmış olanları konuşmalıyız. Konuşmalıyız ki ortak bir yol bulalım. Konuşmalıyız ki bizlerin alet edildiği bu çıkar çatışmasına son verelim. Çünkü en büyük yarayı biz birbirimize veriyoruz. Ben bunu bu sene Ani’yi görünce bir kez daha anladım. Ve bu kitabı okurken de benim gibi düşünenlerin sayısının hiç de az olmadığını da gördüm. Artık biraz daha umutluyum. Bu umutları yeşerttiğin için teşekkürler Ece Temelkuran.

Geldik uzun yazımızın sonuna. Son günlerde okuduğum kitaplar bunlar. Şu an elimde kitaplığa istiflenmiş kitaplar dışında tarihi konulara olan düşkünlüğüm nedeniyle alamamazlık edemediğim, istflediğim kitaplardan müsaade isteyip ilk sıraya koyduğum İskender Pala’nın Şah & Sultan’ı var. Muhteşem Yüzyıl’lı Kanuni Sultan Süleyman’dan ziyade Yıldırım Beyazıt ile Timurlenk, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki husumetler ilgili daha fazla çekmiştir. İşte bu kitapta bu beklentime cevap veriyor. Bitirir bitirmez yorumu da gelecek. Şu an oldukça iyi gidiyor. Sanırım Ye, Dua Et, Sev’den sonra tüm kitaplar gözümde iyi gözükmeye başladı 😛 Tahtaya vurayım bu aralar kötü kitap okumadım. Neyse ben yavaş yavaş dükkânı mekânın kepenklerini indireyim, ışıkları söndüreyim, kitabı alıp, koltuğuma kurulayım gecenin tadını çıkarayım. Hoşça ve sağlıcakla kalın.

 
Yorum yapın

Yazan: Mart 20, 2011 in edebiyat, kitap dünyası

 

Etiketler: , ,

işte geldim burdayım…


Uzun bir aradan sonra bu yeni yerinden merhaba… Blogspot halen anlam veremediğim bir karardan dolayı kapatıldığı için mekânı wordpress’e taşıdım. Gerçi wordpress’e de erişim yasağının konulması yakındır. Tamam, hukuka karşı bir insan değilim ama bu tür kararlar artık beni çileden çıkartıyor. Neden her defasında kurunun yanında yaşları da yakıyoruz anlamıyorum. Sanırım tembelliğimizden. Şimdi illegal yayın yapan siteleri bulacaksın, onları kapatacaksın filan zaman ve emek ister. En iyisi hepsine erişimi engelleyelim diye düşünmüşler büyüklerimiz. (Şimdi tembel yazdım ya 301’den yargılanmayayım ben de amanın 😛 )

Bu anlamsız yasak kaldırılana kadar sesimi kesip oturmak bana göre değil. Bu nedenle kadim dostum leogra’nın yardımıyla blogspot’taki bloğumu wordpress’e aktarabildim. Burası da engellene kadar buradayım. Blogspot açılsa da burada olmaya devam edeceğim. Çünkü güzel ülkem bir kez daha bana gösterdi ki yedeksiz çalışılmaz.

Neyse efendim bu tatsız tutsuz mevzuyu bir kenara bırakırsak yaşam yine o bilindik temposuyla akıp gidiyor. Çok şükür elime yapışan rapordan kurtuldum. Ve dört sene sonra tekrar izin alabildim, hatta iznimin ilk haftasını bitirdim. O kadar yorulmuşum ki çantamı sırtıma alıp kendimi yollara vurmak içimden gelmedi. Gerçi 1,5 günlük zorunlu bir İstanbul seyahati yaptım ama o gezme sayılmaz J Evde yan gelip yuvarlanmayı, bol bol film izleyip, kitap okumayı, e-mail kutumu temizlemeyi düşünüyorum kalan zamanda. Bu arada kısa zamanda benim bir parçam olan bloğumu da güncellemeye çalışacağım. Biriken tonlarca konu var. Umarım post bombardımanı ile kimseleri sıkmam. Çünkü yazmayınca, paylaşmayınca sanki bir şeyleri eksik yapıyormuş gibi hissediyorum. Ve itiraf etmem gerekirse burası bana tekrardan disiplinli çalışma alışkanlığını da kazandırdı. Yazdıklarımı gerçeğe dönüştürmek için çabalıyorum bunu bilesin sevgili bloğum. Neyse şimdilik bu kadar…  İçimden bir ses çok kısa zamanda buluşacağımızı söylüyor.

 P.S: WordPress’de tazeyim. Açıkçası blogspot’dan sonra biraz karmaşık geldi. Zaman içerisinde birbirimizin dilinden konuşacağımıza inanıyorum.

 
1 Yorum

Yazan: Mart 19, 2011 in mekan sahibinin sesi

 

127 Hours: Sadece Bir Kaya…


Son sürat oscar adayı izlemeye devam ediyorum. Black Swan’a dair bir kaç kelam edecektim ama önce 127 saat hakkında bir şeyler karalamanın daha doğru olduğuna karar verdim. Yoksa muhtemelen yastık altı yapacağım bu filmi. Kendine saklamak da diyemiyeceğim, bir daha izler miyim bilemiyorum. Korkuları, endişeleri su üzerine çıkaran bir film. Gerçek bir hayat öyküsü, çok ama çok gerçekçi olarak perdeye aktarılmış. Şu an bütün kaslarım gerilmiş vaziyette (Gerçi hafta içi deli bir tempo ile çalıştım onun da etkisi olabilir 😛 ) Film boyunca resmen acı çektim. Film bitti halen çekiyorum. Kısacası psikolojinizi alt üst eden bir film. Boşuna değilimiş 18 yaş sınırı ile vizyona sokulması. Neyse konuya geçsem çok daha iyi olacak.
Kahramanımız (Kendi deyimi ile bencil kahramanımız) Aron Raiston maceraperestin tekidir. Kendisini dağa, tepeye vurur durur. Günlerden bir gün Utah’daki kanyonlara yola koyulur çantası sırtında kamerası elinde. Bir yandan tırmanışına başlarken bir yandan da yaşadıklarını kamerasına kaydetmektedir. (Bu hali bana ister istemez çok sevdiğim bir arkadaşımı hatırlattı) Yolculuğu başlangıçta oldukça keyifli geçmektedir. Hatta bir kaç yol arkadaşı bile edinir. Yeni arkadaşları ile ertesi gün şehirde buluşmak üzere vedalaşıp tek başına yoluna devam eder. İşte film de bundan sonra kopar. Ayağı kayıp kendini iki kayanın arasında buluverir. Kolu kayalardan birine sıkışmıştır. Ve büyük sınav başlar. Bizler de iktisat iliminin alasını öğrenmeye başlarız. Çünkü Aron kıt kaynakları ile (bir matara su, bir kaç paket bisküvi, pek de kesici olmayan bir çakı vb.) hayata tutunmaya çalışmaktadır, ayrıca tek kolu devre dışı kalmıştır. Bu savaşın sonucu ne mi olmuştur? O da sır olarak kalsın 🙂
Filmde yaklaşık iki saat boyunca kayaya sıkışıp kalmış bir adamın öyküsünü izliyorsunuz. Aynı mekan, aynı kişi, hatta aynı renkler… Arada bu görüntüyü Aron’un gördüğü halisülasyonlar bozsa da onlar da tamamiyle kaplamıyor yüzeyi. En uzunu 5 dakika bile sürmüyor. Gözlerini açıyor yine kayamızla başbaşa olduğunu idrak ediyor. Ama film (af buyurunuz yine iktisat bilmine atıf yapmamadan edemiyeceğim) kıt kaynakları ile o iki saati size izlettirmesini biliyor. Hem de nasıl izlettirme. Aron’un çektiği acılara ortak oluyorsunuz. Böyle bir sonucun ortaya çıkmasında gerek çekim tekniklerinin gerekse de kurgunun payı büyük. Belgesel tadı da var, reality show tadı da. Bazen tek parçayı göremiyorsunuz ekranda, birbirine geçmiş parçalar gözünüzün önünden geçiyor. İlk başta kafa karıştıracak bir durum olarak gözükse de zihnimiz çoğu zaman özellikle de önemli kararlar arifesinde böyle çalıştığından filmin gerçekçiliği artıyor, sizi avcunun içine alıyor. Velhasıl ortaya da gerçeklik dozajı oldukça yüksek başarılı bir film çıkıyor.
Danny Boyle’un filmlerini beğenen biri olarak bu filmi de başarılı buldum. Hatta bu filmdeki yönetmenlik becerileri en iyi yönetmen dalında oscar aldığı filmden daha iyi. Eğer ödülü daha önce almasaydı bu sene çok rahat alabilirdi. Ayrıca filmin belki de tek oyuncusu, başrol oyuncusu tabirini sonuna kadar hak eden James Franco’yu da unutmamak lazım. Şu an kaslarımız sızım sızım sızlıyorsa payı büyüktür. Gerçi Freaks and Geeks dizisinde umut vaat ettiğini görmüş, Spider Man filmlerini izledikten sonra gümbür gümbür geldiğini söylemiştik. Yüzümüzü de kara çıkarmadı. İleride adını daha da fazla duyacağız. Ayrıca entellektüel birikimiyle de örnek olacak cinsten. Hatta tez zamanda adının önüne Doktor kelimesini ekletecek. Ne diyelim kendisi bulunmaz hint kumaşının canlı kanlı karşılığıdır. Ayrıca vakti zamanında gönlümüzde ayrı bir yeri olan James Dean’i oldukça başarılı bir şekilde canlandırmıştır. Ama başkalarını taklit etmek yerine kendisi olmayı tercih etmiştir. Şimdi de bunun meyvelerini almaya başlamıştır. Evet farkındayım biraz daha James Franco’dan bahsedersem yazı film yazısı yerine fan club yazısına dönüşecek ama elden bir şey gelmiyor. Bu zatın vakti zamanında Spider Man filmlerinden sonraki röportajlarına kazara denk gelerek ne kadar alçakgönüllü, içten ve zeki olduğunu da gördükten sonra insan ister istemez saygıyla karışık derin hayranlık duyguları da beslemeye başlıyor.
Filmin diğer bir can alıcı noktası ise müzikleri olmuş. Danny Boyle bir kez daha A.R. Rahman (bkz. Slumdog Millionare) ile çalışmış. Filmin açılışında görüntüler ile müziğin uyumu harika. Bu durum ise benim gibi müzik müptelarını filmin içerisine biraz daha çekiyor.
Neticede çoğu kişinin aksine bu filmin bileğinin hakkıyla adaylıkları aldığı kanısındayım. İzlenmesi gerçekten zor bir film olsa da iki saatlik apayrı bir macera sunup eksilerimize artılarımıza ayna tutuyor. Eğrisiyle doğrusuyla eteğimizdeki taşları dökebilmek, kendimizle yüzleşebilmek için bir kayanın yolumuzu tıkamasını beklememek gerek. Yoksa çok geç olabilir…
Görüşmek üzere
İyi Seyirler…
 

The King’s Speech: Konuşmak ya da Konuşamamak


Uzun bir aradan sonra herkese tekrardan merhabalar. Hayatım yine o bilindik hızı, karmaşası içerisinde akıp gidiyor. Sanırım böyle olmasından ben de memnunum. Diğer türlü nasıl olurdu düşünmek bile istemiyorum. Biliyorum ki işleri bitirip rahatlasam bile yeni bir meşgale bulup onu sorun yumağına dönüştürmeden duramam. Neyse, konumuz bu değil. Bir başka sefere anlatıyım da diyemiyorum çünkü o sefer hiç uğramıyor limanıma.
Vakti zamanında, oscar ödüllerine aday olan filmleri ödül töreninden önce izleyip, izlenimlerini paylaşacağımı yazmıştım. Kaplumbağa hızıyla da olsa sözümün arkasında durmaktayım dostlar. The King’s Speech ve Black Swan’ı da izledim. Geriye True Grit, Bituful, 127 Hours (Çok merak etmekteyim), Winter’ s Bone, Fighter kaldı. Lafı fazla uzatmadan twitter’ın da etkisiyle bir kaç haftadır gündemi meşgul eden The King’s Speech’e geçelim.
The King’s Speech biz de yine bir çeviri harikası (!) ile Zoraki Kral olarak vizyona giren tipik bir dönem filmi. Şu an İngiltere Kraliçesi olan II. Elizabeth’in babası  Prens Albert’in (aslında zatı muhterem’in oldukça uzun bir ismi var, kolayıma geldiği için sadece Albert dedim) gerçek hayat öyküsünden yola çıkılarak yazılmış. İlk başta tiyatro oyunu olarak arzı endam edilmiş seyirciye. Daha sonra ise filmimizin yönetmeni olan Tom Hooper tarafından seyredilen bu oyun filme uyarlanmak istenmiş. Ve karşımıza bol ödüllü bir yapım olan The King’s Speech ortaya çıkmış.
Film, Prens Albert’in kekemelikle olan mücadelesini anlatıyor. Prens Albert bu sorunundan kurtulmak için pek çok yola başvurmuş, pek çok tedaviden geçmiştir. Ama hiçbiri fayda etmemiştir. Çabasının meyvelerini alamamak ise onun kendine olan güvenini iyiden iyiye yok etmiştir. Artık pes etmiştir ancak tam da o sıra eşi Lionel Lounge adında bir konuşma terapistine görünmesi için eşini ikna eder. Kendisine ısrarla Doktor yerine Lionel denilmesini isteyen terapistin zamanına göre oldukça sıradışı yöntemleri vardır. Katı bir disiplin altında son derece kontrollü olarak yetiştirilen Prens Albert’a bu yöntemler ilk başta anlamsız, işe yaramaz görünür ama günler ilerledikçe Lionel’e ve yöntemlerine alışmaya başlar. Tam da bu esnada Almanya’dan Hitler’in sesi duyulur. Prens Albert’ın aksine bu adam esip, gürlemekte yaptığı konuşmalar ile en sağlıklı beyinlere bile sağlıksız düşüncelerin filizlerini atmaktadır. Üzerine İngiltere Kralının ölümü gelir. Prens Albert’ın ağabeyi Prens Edward’ın tahta çıkacağı düşünülse de O, sevdiği kadın ile evlenebilmek için bu hakkından feragat eder. Ve gözler Albert’a çevrilir. Çocukluğundan beri Albert, hep ağabeyinin gölgesinde kalmıştır. Bütün planlar Edward’ın kral olması üzerine kurulmuştur ama hesaplar tutmamıştır. Üstüne üstlük İkinci Dünya Savaşı da kapıdadır. Tüm  bunlar olurken Albert’ın ulusuna seslenmesi onlara umut aşılaması gerekmektedir. Önünde ise aşması gereken büyük bir engel…
The King’ s Speech, durağan bir öyküyü sizi sıkmadan gayet iyi anlatabilen bir film. Çoğu dönem filminin aksine ne çok ayrıntı da boğulmuş ne de yüzeysel olarak geçilmiş. Kararında bir film olmuş. Filmin izlenebilirliğini arttıran en önemli unsur (bu senenin filmlerinin çoğunda olduğu gibi) oyunculuklar olmuş. Fanatik bir Jane Austen hayranı olarak Gurur ve Önyargı’nın 1995 tarihli mini dizi uyarlamasında ilk kez seyrettiğim, o zamandan beri seyretmekten büyük zevk aldığım şu güne kadar kötü oynadığı bir filme denk gelmediğim Colin Firth, bu film de tek kelime ile döktürmüş. Hatta onun bu performansı çoktan filmin önüne geçmiş durumda. Anlaşılan o ki ileride bu filmi yönetmeniyle değil Colin Firth ile anacağız. Tıpkı Colin Firth gibi Geofrey Rush’ da her zamanki gibi oldukça iyi.  Prens Alberth’in eşi Elizabeth’i oynayan Helena Bonham Carter’da uzun bir aradan sonra “arızasız” bir karakteri çok güzel beyazperdeye taşımış. Prens Edward’ı canlandıran Guy Pearce’de, Lionel’in eşini canlandıran yine Gurur ve Önyargı’nın mini dizisinden hatırlayacağımız Jennifer Ehle’de iyiydi. Cast özenle seçilmiş yani filmin başarısı şansa bırakılmamış.
Bunun dışında The King’s Speech için söylenecek pek fazla bir söz yok. Oyunculukların ön planda olduğu, sıkılmadan izleyebildiğiniz bir dönem filmi. Aslında filmi izlerken aklıma şu soruyu getirmeden duramadım. Ya bu film ülkemizde çekilmek istenseydi neler olurdu? Malum Muhteşem Yüzyıl’ın çıkarmış olduğu yangın halen sürüyor, sönecek gibi de değil. Ama İngiltere’de durum böyle mi? Kral’da olsa Lord’da olsa adamlar en aykırı düşünceden en muhafazakar düşünceye kadar her şeyi tartışabiliyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, ekrana taşıyorlar. Bizdeki gibi orada tarih sadece ders kitaplarında geçiştirilen bir kaç satır olmaktan çıkıyor. Hem bu hem de düşünceye karşı hoşgörü işleniyor akıllara. Ve biz bunları izliyoruz uzaktan. Kendi tarihimizi anlatan filmler, diziler yerine biraz da mecburiyetten The Tudors hanedanın maceralarını izliyoruz. Ekrana yansıyanların tümü gerçek değil ki diyenler olacaktır ama merak etmeden gerçeği de öğrenemeyiz. Kabul etsek de etmesek de günümüzde televizyon dizileri, filmler vb. bu merak kıvılcımını çakıyorlar. En azından benim için öyle. Sanırım biz bunları yeni yeni fark ediyoruz.
Uzun lafın kısası The King’s Speech, başarılı bir film. Oyuncuklar karşısında şapkamızı çıkartıyoruz. Bunun dışında en iyi film ödülüne uzanır mı bilemiyorum. Kesinlikle the social network’den daha fazla hak ediyor bu ödülü ama dün izlediğim Black Swan, öncesinde seyrettiğim Inception dururken bu iki filmden birisinin ödülü alması beni hayal kırıklığına uğratır. Muhtemelen de uğrayacağım o gece 🙂 Çünkü Black Swan da Inception da akademinin tarzını zorlamakta. (Özellikle Black Swan.) Benim için yeni bir Requiem For A Dream dersem sanırım abartmış olmam. Neyse yakında Black Swan ile ilgili bir kaç kelam edeceğim. O zamana kadar görüşmek üzere.
Hoşgörüyle ve Sevgiyle Kalın
 
 

The Kids Are Allright: Ailem Ailem Güzel Ailem


Nereden başlamalı, nasıl anlatmalı bu filmi bilemiyorum. Ama bildiğim tek şey kesinlikle sıradan bir film olmadığıdır. Tüm dinginliğine rağmen konu itibariyle karşımızda çok cesur bir film duruyor. Beyaz perde de gündelik hayatta da genellikle toplum tarafından dışlanan, ailesi, yeri, yurdu olmayan, hayatı talihsiz serüvenler dizisine benzeyen eşcinsellerin hikayelerini gördük, içimiz sızladı, gözlerimiz yaşardı. Ama bu insanların iyi bir hayat sürmeye hakları yok muydu? Hepsinin hayatı gözyaşından ve acıdan mı ibaretti? Eli kalem tutanı, kariyer sahibi olanı yok muydu? En önemlisi de ailesi olan yok muydu?
Tabiki vardı ancak gerek ülkemizde gerekse de yurt dışında göz yaşı en iyi primi yaptığından bu öyküler ikinci plana itildi. Ancak son yıllarda, öteki damgasını vurmaktan çekinmediğimiz bu insanların yaşamlarının dramdan ibaret olmadığını gösteren filmler çekilmeye, oyunlar oynanmaya, kitaplar yazılmaya başlandı. Gerçi acı ve göz yaşı ile yumak hale getirilmiş hikayelerin yanında sayıları maalesef bir elin parmaklarını  geçemiyor.
The Kids Are Allright işte, bu sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen hikayelerden birisi. Öykümüz lezbiyen bir çifti ve çocuklarını  anlatıyor. Bu çift zamanında aynı dönörden suni dölenme yoluyla biri kız diğeri erkek olan iki çocuk sahibi olmuş. Başlangıçta bu durum, var olan kalıplara ters düşse de herşeyi ile bir aile olmayı başarabiliyorlar. Huzur ve şefkat dolu evlerinde günlerini geçiriyorlar. Gel zaman git zaman evin büyük çoçuğu olan kızımız Joni onsekizinci yaşına basıyor. Onsekiz yaş hem yetişkinliğe geçişin biletini sunarken hem de biyolojik babasının kim olduğunu öğrenme hakkını da veriyor. Ancak ilk etapta Joni’nin aklından bunu öğrenmek hiç geçmiyor. Çünkü O, ailesi ile mutlu, sonbaharda başlayacağı üniversite için heyecanlı ama erkek kardeşi Laser için aynı durum geçerli değil. Gerek ergenlik sorunları gerekse de yakın arkadaşının babası ile olan ilişkisi Onu biyolojik babasının kim olduğunu öğrenme merakının içerisine sürüklüyor. Bu merakını  daha fazla dizginleyemeyip ablasından bir iyilik yapmasını istiyor. Ablası da onu kıramayarak düğmeye basıyor. Sonrasında neler mi oluyor o kısmı sizlere bırakıyorum. Ama şunu söylemek gerekirse öyle hemen aile olunmuyor. Ciddi özveri, sabır, şefkat (listeyi uzatmak mümkün) istiyor bu bize öğretilen en küçük sosyal topluluğu kurabilmek için.
Film merkezine lezbiyen bir çiftin hikayesini alınca ister istemez film ile ilgili söylenenler daha çok cinsel tercihler üzerine yoğunlaşmış ama filmde asıl anlatılmak istenen “aile olmak ” kavramı. Bu nedenle aile kurmayı isteyen, beraber bir geleceği planlayan kişilerin tüm önyargılarını bir tarafa koyup bu filmi mutlaka izlemelerini isterim. Belki kararlarınızı o denli etkilemiyecek ama bu kararların hayatınızı ve muhtemel yeni hayatları etkileyecek kadar önemli olduğunu bir başka açıdan sizlere gösterecektir.
Filmin konusu kadar çarpıcı olan bir yanı ise oyunculuklarıydı. Zaten başka bir kadro bu film dayanılmaz olabilirdi. Özellikle bu filmdeki rolüyle Altın Küre’yi alan Oscar’a da hafiften göz kırpan Annette Bening muhteşemdi. Black Swan’ı henüz izlemedim ama Natalie Portman’ın son derece güçlü bir rakibi var. Onun dışında Julianne Moore bir kez daha hem yaşının olmadığını hem de her rolün oyuncusu olduğunu kanıtladı. Diğer oyunculuklar da oldukça iyiydi. Müzik kullanımı biraz zayıf olsa da Joni Mitchell kısmıyla kalbimi çalmasını bildi.
Uzun lafın kısası The Kids Are Allright, bu senenin en iyi bağımsız filmlerinden biri. Sundance’deki övgüleri bileğinin hakkıyla almış, duru, üzerinden biraz zaman geçince ve kafa yorunca hoşluğu daha da katmerlenen bu nedenle şarap tadında bir film. Haliyle bu filmi zamanında kalbimi çalmış olan Sideways, Lost in Translation gibi aynı tattaki filmlerin yanına koymak gerekiyor. Ben de şimdi öyle yapıyorum 🙂

Görüşmek Üzere

 

you don’t get to 500 million friends without making a few enemies: the social network


Farkındayım, başlık biraz uzun oldu. Ancak filmi çok güzel özetlediği için bu seçim kaçınılmazdı. Evet günlerdir çeşitli film eleştirimenleri toplulukları tarafından yılın en iyi filmi olarak seçilen The Social Network’ü nihayetinde izlemek nasip oldu. Oscar’a sayılı günler kala hakkında epeyce yazılıp çizilen, altın küreyi kolunun altına alıp oscarı da almaya talibim diyen bu filmle ilgili olarak bir kaç kelam etmek de bana farz oldu. Gerçi oscar ödül törenine kadar en iyi film adaylarını izleyip buradan yorumlarımı paylaşmayı planlıyorum. Umarım bu planlarım suya düşmez. Neyse gevezeliğin sırası değil. Ben filme geçeyim. Bu arada şimdiden uyarayım yazı bir miktar spoiler içerebilir.
Facebook benim hayatıma 2007 yılında girmişti. Herkes gibi ben de çok eğlenceli bulmuştum. Arkadaş ekleyip çıkarmaktan ziyade, quiz uygulamaları, film ratingleri, pokerdi, tavlaydı kısacası uygulamalar kısmına bayılmıştım. İtiraf etmek gerekirse de o zamanlar epeyce bir vaktimi de almıştı. Gel gör ki underground takıldığım bu sosyal paylaşım sitesi, ülkemde devesa şekilde büyüdü. Yedisinden yetmişine tüm aile fertlerinin facebook hesaplarının olması bu çılgınlığın en büyük göstergesi. Ama artan kullanıcı sayısı artan mahalle baskısını da beraberinde getirdi. Eskiden gönül rahatlığı ile fotoğraf yüklediğim, durum güncellemesi kısmına aklıma ne gelirse yazdığım facebook eski tadını vermemeye başladı. O nedenle daha az vakit harcamaya başladım ama hesabımı kapatmak gibi bir yolla da girmedim. İyisi ile kötüyse o hesap benimdi, benden izler taşıyordu.
Peki bu facebook neyin nesiydi, nasıl ortaya çıktı ve niye bir çılgınlığa dönüştü. Film bu sorular etrafında şekillenmiş, merkezine ise facebook’un yaratıcısı Mark Zuckerberg’e açılmış iki davayı koyarak. Davalı ve davacılar görüşmelerini sürdürürken, backgroundlar ile facebook’un kuruluş öyküsüne, büyümesine, fenomene dönüşmesine de tanıklık ediyoruz. Anlıyoruz ki Mark Zuckenberg uyumuş uyanmış bir gecede milyarder olmuş bir kişi değil. O da sancılı bir süreç geçirmiş. Hatta yapısı gereği sanırım ileride de huzuru pek fazla bulamıyacak. Dahi olduğu kesin ama beşeri ilişkiler konusunda aynı derece başarılı değil. Zaten ” Ben kötü bir insan mıyım” sorusuna takılmış olması da başarısız ilişkilerinin bir sonucu. Bu nedenle sosyalleşmeye yeni bir platforma yani dijital platforma taşımayı aklına koyuyor. Kız meselesi olarak gösterilse de facebook bu şekilde doğuyor. İlk yatırımcısı da Mark Zuckerberg’in tek dostu Eduardo Saverin oluyor. Eduardo Saverin, Mark Zuckenberg gibi parlak bir zekaya sahip olsa da kendisini ispatlamak amacıyla Harvard’daki Phoenix grubuna katılmak için çalışmaktadır. Bir kez daha anladım ki Harvard’a, Stanford’a gitsen de  popüler olma, bu tarz gruplara katılma ABD’de bir zorunluluk. Bireysel özgürlüğü vaad eden bir ülke de bunların olması ise bir hayli trajı komik. Gerçi dünyanın her yerinde bu böyle. Var olmak için bir grubun parçası olmak…
Başlangıçta the facebook olan, facebook çok geçmeden Harvard’dan bir virüs gibi başka okullara da yayılıyor. Derken napsterın kurucusu işe dahil oluyor ve California günleri başlıyor. Ama hiç bir şey eskisi gibi olmuyor. Mark Zuckenberg tek dostunu kaybediyor. Dostu, Onu mahkemeye veriyor (ki bu konuda yerden göğe kadar haklı) Haliyle  yine bilgisayarına ve kodlarına sarılıyor Zuckenberg, yaralarını sarmak, kalp kırıklıklarını onarmak için.
Filmde geçen diğer bir dava ise vakti zamanında Mark Zuckenberg’in kapısını çalan, the harvard connection adlı bir dating sitesi kurmayı isteyen, Harvard kürek takımının üyeleri, fazlasıyla düzgün ve “beyefendi” olan ikiz kardeşler tarafından açılan fikir hırsızlığı davası. 65 milyon dolarlık tazminat ile olaylar tatlıya bağlanmış.  The harvard connection sitesi hiç kuruldu mu bilinmez ama bu ikiz kardeşler son yaz olimpiyatlarında ABD’yi kürek yarışmalarında temsil etmişler.
Filmin öyküsü kısaca böyle. David Fincher bu sefer oldukça sade bir filme imza atmış. Yine her David Fincher filminde olduğu gibi gri bir atmosfer hakim. Bu durum benim gibi dikkat sorunu yaşayanların öyküye daha fazla konsantre olmalarını sağlasa da pek çok kişinin filmden sıkılmasına neden olmuş. Ayrıca yine Fight Club, Seven gibi diğer Fincher filmlerine kıyasla zihninizi yormayan bir film. Anlaşılan Fincher, modadaki minimalizm akımına kayıtsız kalamayarak suküneti seçmiş. Gerçi Benjamin Button’da da bunun ipuçlarını vermişti.
Oyunculuklara gelecek olursak, bu sade filmi izlenibilir yapan en önemli unsurdu diyebilirim. Özellikle Mark Zuckenberg rolüyle Jesse Eisenberg, Eduardo Saverin rolüyle Andrew Gartfield çok iyi iş çıkarmış. Bir an bu ikisinin gerçek hayatta da sıkı dostlar olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Taze oyuncumuz Justin Timberlake’de fena değildi. Hatta şarkıcılık kariyerine ara vermesi isabet olmuş zira oyunculuğa daha kabiliyetli gibi. Bir de ikiz kardeşlerin arkadaşı rolünde Max Minghella vardı. Hatırlarsanız Agora filminden sonra kendisini yerden yere vurmuştum. Gerçi o zaman rol kendisine bir kaç beden büyük gelmişti. Ama bu filmde tam kendisine göre bir rolde izleme fırsatı bulduk. Rolü kısa olmasına rağmen başarılıydı. Sanırım ileride bu ismi fazlasıyla duyacağız.
Yazıyı sonlandırmadan önce filmin müziklerinin çok iyi olduğunu söylemeden geçemiyeceğim. “Baby, You’re A Rich Man” ile çoktan benim gönlümü fethetti. Tez zamanda arşive eklenmesi şart. Sonuç olarak the social network başarılı ve temiz bir film. Sizi pek fazla yormuyor. Hatta bu dinginliği nedeniyle şimdiden sıkıcı damgasını da yemiş durumda. Ama  özellikle Mark Zuckenberg ve Eduardo Saverin arasında yaşananları görmek açısından iyi bir tercih olabilir. Bu adamlardan bana ne diyorsanız hiç bulaşmayın derim. 27 Şubat gecesinde Oscar’ın en güçlü adayı olmasına karşın süprizlere hazırlıklı olunması konusunda şimdiden uyarımı  yapmak istiyorum. Gerçi o süpriz Inception olursa can kurban olunur ama The King’ s Speech’in olması daha muhtemel. Akademi üyeleri peri masallarını (bkz: Slumdog Millionaire) sever ama teknolojik bir peri masalını tercih ederler mi bilemiyorum. Ayrıca filmin sadeleği hem avantajı hem de dezavantajı. Daha ihtişamlı bir film tercihleri olabilir. Gel gör ki bu sene akademinin sevdiği tarzda ihtişamlı filmler oldukça az. Ama sinema için  iyi filmlerin yapıldığı (gerçi çoğu ülkemde vizyona giremedi) Hollywood filmlerinin de bağımsız sinemaya kaydığı bir yıl oldu 2010. Bu nedenle son üç dört yıldır bana göre sönük geçen, iz bırakmayan oscar töreni bu yıl oldukça canlı geçecek ve uzun yıllar hafızamda yer edecek gibi. Bakalım izleyip göreceğiz. 27 Şubat gelmeden sıradaki filme geçsem iyi olacak. Haydi o zaman The Kids Are Allright başlasın.
Görüşmek Üzere
 

Sadece Gülümse…


Çılgın çalışma temposu içerisinde koştururken buraları çok ihmal ettim, farkındayım. Gözlerim bilgisayar ekranına bakmaktan kan çanağına döndü. Az kaldı diyorum kendi kendime az kadı. Bu geceki yol arkadaşım David Gilmour’un Smile’ı oldu. Buyurunuz, bu kime söyleneceği belli olmayan bir nevi öksüz kalmış  parçayı…Kim bilir belki bir sahibi çıkar, evlat edinir.
Would this do
To make it all right
While sleep has taken you
Where I’m out of sight

I’ll make my getaway
Time on my own
Search for a better way
To find my way home
To your smile
Wasting days and days
On this night
Always down and up
Half the night

Hopeless to reminisee
Through the dark hours
We’ll only sacrifice
What time will allow us
You’re sighing… sighing

All alone
Though you’re right here
Now it’s time to go
From your sad stare

Make my getaway
Time on my own
Needing a better way
To find my way home
To your smile

 

Ne şanslıyız ki Pink Floyd gibi şahane bir grup, bu grubun birbirinden yetenekli üyeleri var. Sanırım tek başıma ıssız bir adaya düşsem yanımda bir Pink Floyd albümünün olmasını oldukça isterim (diğer isteyeceğim ise muhtemelen Janis Joplin olurdu) Neyse gece gece işin ucunu iyiden iyiye kaçırdım. Tek başına ıssız adaya düşmek tövbe tövbe…Bu arada yılbaşı kararlarımı uygulamaya çalışıyorum. Şimdi David Gilmour’u görünce serdiğimi filan zannetmeyin. Vakit bulunca konuyla ilgili kapsamlı bir yazı yazmayı planlıyorum. Hatta dayanamayıp Broken Bells grubunu pek bir beğendiğimi şimdiden yazıyorum. Bu grubun ismini ileride fazlasıyla duyacağız, benden söylemesi. Eh bu konularda bazen tutturduğum oluyor. Mesala Kings of Leon için bunu söylemiştim vakti zamanında, çocuklar yüzümü kara çıkartmadılar çok şükür 😛
Neyse yolcu yolunda gerek. Umarım tez vakit de uzun çok uzun yazılarda buluşmak üzere.
 
Yorum yapın

Yazan: Ocak 23, 2011 in david gilmour, Müzik, pink floyd

 

Çerezlik Bir Kitabın Anatomisi: Ye Dua Et Sev


Bu gün keşke tatil olsaydı sevgili mekan sakinleri. Ama maalesef değil. İş, iş, iş… Benim çalışacak halim kalmadı. Işık görünmesene göründü ancak o ışığa koşmak için dermanım da tükendi. Belki zihnimi sürekli aynı şeyler ile meşgul etmem bu yorgunluğumun sebebi. Ben de hem bu duruma bir son vermek hem de almış olduğum yeni yıl kararlarını uygulamak için çaba sarf ettiğimi göstermek için burada soluğu aldım.
Geçen hafta sonu 22 saatlik bir İzmir macerası yaşadım. Gittiğim ile geldiğim gerçekten bir oldu. Hava çok güzeldi ama Kordon’a inecek vaktim bile olmadı. Bornova-Üçyol- Balçova arasında koşturup durdum. Ancak tüm bu deli koşuşturmacaya gerçekten değdi. Çok sevdiğim bir insanın en özel gününde mutluluğunu paylaşmak çok güzeldi. Ayrıca bu kişinin büyük ihtimalle bu sene içerisinde göreceğim en güzel gelin olması da bu mutluluğu katmerlendirdi. Ne diyelim mutluluğunuz bir ömür boyu sürüp gitsin.
Bunun dışında İzmir’den bir de felç olmuş trafik görüntüleri kaldı hafızamda. Özellikle Fahrettin Altay ve civarı metro çalışmaları nedeniyle delik deşik olmuş. Gerçi uzun yıllardır metro çalışmaları nedeniyle çukurlar, tüneller ve bilimum garip oluşumlar ile yaşamayı kanıksamış bir Ankara’lı olarak ağırbaşlılıkla durumu kabullenmiş olmam sevgili İzmirliler’i biraz şaşırttı. Cevabım hazırdı. “Ankaralıyım, bunlara alışığım” Hesaba kitaba vurunca Ankara’da bacak kadar çocukken başlayan metro çalışmaları halen devam ediyor. Umarım torunlarımız bittiğini görebilir 😛
İzmir seyahatim sırasında aylardır elimde sürünen, ağzıma sakız olan Ye, Dua Et, Sev ya da benim deyişimle Ye,İç,Yan Gel Yuvarlan kitabını bitirdim. (İstiflenen kitapların hepsini bitireceğimi söylemiştim işte ilk örneği) Üç buçuk ayda bu kitabı ancak bitirebildim. Oysa ben bu kitabı çerez niyetine almıştım. Aklınıza çerezlik kitap nedir sorusu gelecektir, açıklayayım. Şimdi çerezlik kitap kolayca okunan, üzerinde fazlaca düşünülmeyen, genellikle suratınızda aptal bir gülümse oluşturan kendini iyi hisset kitaplarıdır. Yani fazlasıyla klişe içeren romantik komedi filmlerinin eş değeridir.Ruh halim nedeniyle zaman zaman çerezlik filmlere zaman zaman ise çerezlik kitaplara saldırdığım olur. İşte bu kitabı da o anlardan birinde almıştım (Doğum günüm arifesinde, ne kadar korkutucu 😦 ) Velhasıl bu kitap üzerinde çok fazla kafa patlamama rağmen çabucak bitmedi.
Öncelikle kitap, yazarın üç farklı ülkede yaşadıklarını anlatıyor. Bu ülkeler sırasıyla : İtalya, Hindistan ve Endonezya.( Gitmeyi istediğim bu üç ülkenin kitabı satın almama etkisinin olduğunu itiraf etmeden de geçemiyeceğim.) Kitap da bu üç ülkeden yola çıkarak, her bölümde 36 adet öykü olmak üzere üç kısma ayrılmış.
1.Bölüm İtalya
Bu bölüm keyfe adanmış. Yazarımız ve kitabımızın baş kahramanı Elizabeth Gilberts sancılı bir boşanma sürecinden sonra kafasını biraz olsun dağıtmak üzere İtalya’da soluğu alıyor. Roma’da bir apartman dairesi kiralıyor. Kendisini çok sevdiği İtalyanca’ya (ki bu sevgisini çok iyi anlayabiliyorum) ve İtalyan yemeklerine veriyor. Yediği yemeklerden uzun uzadıya bahsediyor. (Bu arada biz okuyuculara afakanlar basıyor.) Arada sırada İtalyanca’ya ilişkin benim bilmediğim bir kaç güzel bilgiyi de paylaşıyor. (Örneğin çağdaş İtalyanca’nın Dante’nin İlahi Komedyası’ndan yola çıkılarak oluşturulduğu) Açıkçası konu İtalya ve İtalyanca olunca bu bölüme ilişkin beklentilerim epey yüksekti ama kitapta en fazla sıkıldığım bölüm maalesef bu bölüm oldu. İnsanların keyiften anladıkları farklı farklı olabiliyormuş. Mesala Elizabeth için keyif yemek yemekmiş. Şayet ben İtalya’da olsam benim için keyif Roma’nın bir ucundan bir ucuna dolaşmak, bütün müzeleri gezmek, bol bol fotoğraf çekmek olurdu.
2. Bölüm Hindistan
Bu bölüm kendini bulmaya adanmış. Keyiften dört köşe olan (İtalya’da geçirdiği zaman zarfında onbeş kilo’ya yakın kilo alan) Elizabeth bu sefer kaybettiği iç huzurunu bulmak için gurusunun Hindistan’da bulunan aşramına doğru yola çıkar. Artık keyif verici yemeklerin yerini meditasyonlar, öğretiler alır. Kolay değildir ilerlediği yol ama hayata dair önemli dersler çıkarır. Açıkçası sıkıntıdan boğulduğum İtalya bölümünden sonra bu bölüm için hiç bir beklentim kalmamıştı ancak benim açımdan kitabın zevkle okuduğum yegane bölümüydü. Sanırım Elizabeth’in yaşadıklarının günlük hayatta ucundan kıyısından bizler de yaşadığımızdan anlattığı öyküler tanıdık geldi. Onu anlayabildim.
3. Bölüm Endonezya
Son bölüm ise dengeye adanmış. Bu dengeyi ise Elizabeth’e Bali adası sunuyor. ( Haliyle insanın içinden böyle dengeye can kurban diyesi geliyor.) Önce yaşlı şifacıyı, sonra genç şifacıyı en son da Elizabeth’in biricik Brezilyalı sevgilisi Felippe’yi tanıyoruz. Tahmin ettiğiniz üzere hikayemiz mutlu son ile bitiyor. Gerçi buna yazarın kendisi de inanamıyor. Burada yine aşkın ne zaman kapınızı çalacağı belli olmaz lafı beyinlerimize kazınıyor. (Ben halen buna inanmıyor olsam da) Elizabeth’in aşk hikayesinin arasında Bali kültürüne ilişkin olarak faydalı bilgiler de öğreniyoruz. İtiraf etmek gerekirse bu bölümün en sevdiğim kısmı da bu bilgilendirmeler oldu. Yolum bir gün Bali’ye düşerse (Umarım, çok umarım) neleri yapıp neleri yapmıyacağım konusunda az da olsa malumatımın olması iyi oldu.
Kısacası Ye, Dua Et, Sev tipik bir oku, üzerinde fazla düşünme, kendini iyi hisset kitabı. Kitabın kapağının üzerinde yazanların yalancısı olarak bu kitap, Dünya çapında sekiz milyondan fazla sattğını söylüyorum. Demek oluyor ki çoğu insan bu kitabı benim gibi sıkıcı bulmamış. Hatta ABD’de bir fenome dönüşmüş. Oprah’dan Hillary’e herkes bu kitabı çok sevmiş (Ben de bir sorun var sanırım :P) Haliyle filme çekilmesi de uzun sürmemiş. Hatırlarsanız 2010’nun sonuna doğru filmi sinemalarımızda arzı endam etmişti. Filmin yapımcılığını Brad Pitt üstlenmiş. Başrolleri ise Julia Roberts, Javier Bardem ve James Franco paylaşmış. Gel görki üç J’nin varlığına rağmen film, özellikle kitabı okuyanlar tarafından hiç sevilmemiş. (Sanki, Imdb puanı da buna bir işaret) Henüz filmi izlemedim. Belki üç J’nin hatrına izleyebilirim ama sonuna kadar tahammül edebilir miyim bilemiyorum.
Uzun lafın kısası eğer okuyacak çerezlik bir kitap arıyorsanız Ye, Dua Et, Sev’ i maalesef öneremiyeceğim. Kesinlikle akıcı bir kitap değil. Belki bu durumun ortaya çıkmasında Türkçe çevirisinin de bir parmağı olabilir, bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki bunun yerine çerez statüsüne sahip olup sizi hem eğlendirecek, hem de sıkmayacak daha güzel kitaplar var. Mesala İtalyanca Aşk Başkadır mesala Şeytan Marka Giyer…
Neyse benden bu kadar ilk kitap incelememiz Ye, Dua Et, Sev’e kısmetmiş. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Yaptık bir hata ne derseniz deyin artık. Şu an Ayşe Kulin’in Türkan’nını okuyorum. Görünen o ki Türkan, elimde aylarca sürünmeyecek. Şimdilik çok iyi gidiyor. Bitirip bitirmez dilim döndüğünce burada görüşlerimi de paylaşacağım. Velhasıl dediğim üzere insan zaman zaman çerezlik kitaplara da ihtiyaç duyuyor. Ye, Dua Et, Sev’den sonra bu tarz kitabım kalmamış. Bu konudaki önerilerinizi bekliyorum.
Görüşmek Üzere
Sağlıcakla Kalın.
 

güle güle ve merhaba: 2010-2011


Sonunda 2010’u devirdik 2011’e başladık. Daha dün gibi hatırlarım 2000 Millenyum heyecanını, bilgisayarların çökeceği endişesini . Ama daha durun 2012’miz var, Maya Kehanetlerimiz var, hatta geçen sene buna ilişkin olarak çekilmiş büyük bütçeli bir Hollywood filmimiz var. Gerçi film, harici bellekte benimle birlikte yurdum yollarında dollanmaktan bitap düştü, ama halen izlemedim. Neyse bu filmi de 2011 kararlarımın içerisine de eklesem fena olmayacak.
Yeni yıl kararları listesine geçmeden önce 2010’a vefa borcumu ödesem yani son bir durum değerlendirmesi yapsam fena olmayacak. Geçen yıla baktığımda en çok yüksek lisansı en sonunda kazasız belasız tamamlayabilmeme sevindim. Bu gelecek günler için de umut ışığını yeniden doğurdu. Evet o akıllanmayan insanlardadım. Yüksek lisansda çektiğim eziyetler yetmemiş olacak ki doktora yapmaya can atıyorum. Bunun için sınav salonlarına hızlı bir dönüş yaptım. Hızlı dediysem kaplumbağa hızı demek daha doğru olur. Seneler çok şey götürmüş. Bilgiler unutulmuş değil ama pratik yapmak gerek. İşte yapılacak pratikler de yeni yıl kararlarının bir kısmını oluşturuyor. Yüksek lisans dışında son dört yılda olduğu gibi biraz zorunluluktan biraz da kendi isteğimle bu sene de epeyce gezdim. Hatta sınırları aşıp kapı komşumuz Gürcistan’a bir merhaba deyip geldim. Yorucuydu ama güzeldi. Yılın son günlerinde ise zorunlu gezilerin azalacağı haberiyle sevindim. Bazılarınız şaşırabilir ama tüm bu gidiş gelişler ve ucundaki belirsizlik, belirsizlikle kol kola giren yalnızlık yorucu olabiliyor. Kolay değil beş sene olmuş. Artık plan yapabilmenin özgürlüğünü istiyor insan bir de fırsatları kaçırmamayı (özellikle ucuz uçak biletlerini ve konserleri 😉 ) İş, güç bu sene yine baş döndürücü temposuyla yanımdaydı. Yalnız kalmamam için yapıyor bunu biliyorum. Özellikle son aylarda hayatımın hiç bir döneminde çalışmadığım kadar çalıştım. Gerçi halen çalışıyorum. Bitmedi bitmiyor. Bunun için üzülmenin de nafile olduğunu geç de olsa anladım. Bu hep böyle sürüp gidecek. Bu iş bitecek sonra yenisi başlayacak…Neyse ama artık yılın belli bir döneminde tatildeyim diyebileceğim.
Mutluluğun, sevincin, başarının olduğu yer de gözyaşı, üzüntü ve başarısızlar da vardır. Belki hatırlanmazlar belki de hiç akıldan çıkmazlar. Çok şükür geçen yıl büyük bir üzüntü ile karşılaşmadım. Var oluşumuzdan bu yana süre gelen soruları kendime dert ettim durdum. Sonrasında kendi kendime güldüm, üzüldüğün şeylere bak diyerek. Ama özellikle tek başına olduğunuz, kimse ile konuşamadığınız dönemlerde hüsnü kuruntularınız dünyadaki açlık, sağlık, çevre sorunlarından daha büyük görünüyor. İnsanoğlu doğuştan bencil ne yaparsın. İşte bu benciliğimin arasında bir kez daha “İnsanları tanıyamıyor” oluşuma çok ama çok üzüldüm.
2010’da diğer yıllardaki gibi yine sinemayı, edebiyat dünyasını, müzik piyasasını en kötü alışkanlığım olan dizilerimi elimden geldiğince takip ettim durdum. Pas tutan kalemimi açmak ve nefes alabilmek içinse bu bloğu açtım. Kafama göre yazıyor, çoğu kez dırdır edip duruyorum.
Velhasıl 2010’un kısa özeti (!) böyle oluverdi. 2010’un son saatlerini yılın ilk dakikalarını evimde karşılayabilmek için şehirler arası otobüs yolculuğu yaparak geçirdim. Şansıma bu sefer yolculuk esnasında bana zorla çay, kahve içermeye çalışan muavin yoktu. Bu açıdan huzurlu bir yolculuk oldu. Bir de Fox TV açık değildi. Çünkü her yolculuğumda bu TV kanalını ve nedense hep birbirine benzeyen izleyen dizilerini zorunlu olarak izlemek bıkkınlık vermeye başlamıştı. (Özellikle Ömre Bedel, ismi gibi gerçekten Ömrümüze Bedel. Bu dizinin yanında yine bir Fox TV klasiği olan Arka Sıradakiler gayet tutarlı bir dizi olarak kalıyor. Yok DNA testiymiş, yok sütüne zehir koymaymış tövbe tövbe) Onun yerine yılbaşına yakışacak bir filmi izleme fırsatım oldu. Bu kaçıncı izleyişim bilmiyorum ama bu serinin ilk filmlerine karnıma ağrılar girecek kadar gülüyorum. Doğru tahmin ettiniz : Hababam Sınıfı. Yine Damat Feriti, İnek Şabanı, Güdük Necmisi, Hafize Anası beni çok güldürdü. Saygımızın sonsuz olduğu Kel Mahmut Hocamız ise hem güldürdü, hem düşündürdü. Kendilerine acil şifalar diliyorum yeri gelimişken.
İlk film bittikten sonra ikinci bir film daha takıldı DVD playere. Ama o film Hababam Sınıfının yanına yaklaşamadı. Saçma sapan bir Hollywood filmi, gülemediğim belden aşağı espriler, iğrenç bir oyunculuk sergileyen sevgili Bruce Wills. Ah Bruce biz seni böyle mi bilirdik. Nerede o Mavi Ay’ın hınzır dedektifi. Bu filme hiç musallat olmadım. Yanımdaki kitaba gömüldüm. Şansa bak ki o da zorunlu olarak “Ye, Dua Et, Sev” di (Gerçi kitabın ismini kendime göre uyarladım Ye, İç, Yan Gel Yuvarlan)
Bu kitabı çerez niyetine, bir çırpıda okuyup, aaa bir kısmı da İtalya’da geçiyormuş aman ne güzel diyere doğum günüm öncesinde kendi kendime hediye etmiştim (Kendime hediye almaya bayılıyorum. Megaloman mıyım neyim?) Ama hiç de beklediğim gibi çıkmadı. Kitap gıdım gıdım ilerledi, hem de İtalya kısımda. Oysa ben İtalya’yı ve özellikle de İtalyanca’yı pek bir severim. İtalyanca kulağıma hoş gelir, konuşması pek bir zevk verir . Gel gör ki kitapta bir anlatılmış okurken afakanlar bastı. Yahu İtalya kısmı böyle ise Hindistan ve Endonezya kısmı nasıl olabilir di düşünmek dahi istemedim. Biraz da taşıma kolaylığı (9.90 TL’lik özel basım)nedeniyle bu kitaba ikinci bir şans daha verdim, bavuluma atıverdim. Zaten kavga dövüş İtalya kısmını bitirmiştim. Hindistan kısmının ise bir öyküsünü okumuş bırakmıştım. Cep telefonumun kulaklığını almama gafletimden dolayı müzik dinleyemem de eklenince Bruce Wills’in hatıralarımda Mavi Ay’daki gibi kalması için var gücümle kitabı okumaya konsantre oldum. Sanırım sonuç da verdi. İkinci kısım su gibi akıp gitti. Kendimden de bazı parçalar bulmamın da etkisi olmuştur ama ilk kısıma göre çok daha samimiydi. Kitabı zaten içsel yolculuğun öyküsünü okuyabilmek için almıştım. Tamam yemek yemekte kişinin yolculuğunu bir parçası ama 200 sayfanın sadece yemek yemekten ibaret olması ( o tatlara benim haliyle Fransız kalmam) bıkkınlık vermişti. Ama ikinci kısım öyle değildi. Bazı bölümlerini çok sevdim. İlerde burada küçük küçük alıntılara da yer vermek istiyorum. Kitaba kendimi kaptırmamın meyvesini ikinci bölümü bitirerek aldım. O sırada Ankara’ya da varmışım. Saat 23:15’di. Korkulan olmadı. Yılın ilk dakikalarında evde olacaktım. Bizimkiler beni almaya gelmişlerdi. Yalvar yakar A.O.Ç’e uğrayarak kokoreçimi aldım. Çok mutluydum. Uzun zamandır bu tada hasret kalmıştım (Yukarıda yazar için o kadar serzenişte bulundum ama şu an aynısını ben yapıyorum, farkındayım) Evde beni bekleyen haydari ile pek bir güzel gitti doğrusu. Bu küçük çaplı ziyafet sonrasında televizyonu açtım. Saat 23.45’di. Kanallar arasında zapping yaptım, doğrusu cnbc-e dışında dişe dokunur bir şey bulamadım.
Cnbc-e ‘de Glastonboury Festivalini veriyordu ki gayet güzel bir seçimdi. Aslında yılbaşlarında tercihim en doğudan başlayarak saat sat ülkelerin yılbaşına girişlerini izlemektir ama sağolsun son yıllarda NTV, CNN Turk ve türevleri düet çılgınlığını çıkartalı bu zevkimden de mahrum oldum. Muhteşem düetlermiş, öyle lanse edildi ama benim hiç birine kanım ısınmadı. Hal böyle olunca cnbc-e den başka seçeneğimiz kalmadı. Kapanışı Muse- Uprising ile yaptık. Evin balkonunda bir yandan atılan havai fişekleri izleyerek bir yandan Uprising’i söyleyerek ve tabiki angelic stili dans figürleri ile yılbaşına merhaba dedim. Muse dinlerim ama öyle bir düşkünlüğüm yoktur. (Biraz solistlerine gıcıklığım var, antipatik buluyorum kendilerini.) Ama arkadaşların sahne performansları gayet iyiymiş. Bakalım bu seneye Muse dinleyerek girdik haydin hayırlısı sevgili mekan sakinleri… Aslında şahene olan Glastonboury. Bir gün umarım gidebilirim. (Bunu da hayatta yapılması gerekenler listeme eklesem fena olmayacak. Görüldüğü üzere bir listeler savaşı yaşanıyor. Bundan sonra böyle 😛 )
Sonrasında Victoria’s Secret Fashion Show başladı. Gerçi biz bunu sevgili nix ile yine bir yılbaşı izlemiştik. Heidi Klum’a hasta olmuştuk o sene. Nereden nereye.. Bak Heidi bile emekli olmuş. Şov gayet başarılıydı. Hatunlar güzeldi (Şimdi Allah var yukarda çirkinlerdi dersem çarpılırım) Bayan olmama rağmen ben bunları söylüyorsam şovda ağzı kulaklarında şarkı söylediği için eleştiri konusu edilen Akon’nun üzerine de pek gitmemek lazım. Gerçi Angel şarkısının sonunda çıkan sarışın mankenden gözlerini alamadı, bir an sarılıp öpecek zannettim. Yeni bir Heidi Klum&Seal vakası olursa hiç şaşırmam. Katy Pery’ de yakışmıştı. Bu sene sanırım geçen seneye göre hem şov, hem de modeller daha iyiydi. Victoria’nın sırrını yine öğrenememiş ve ülkeme halen mağaza açmamış olmasının vermiş olduğu kızgınlıkla (!) kendimi yatağa sürükledim. Güzel bir uyku çektim. Evet 2010’u bu şekilde bitirip 2011’e bu şekilde merhaba dedim.
Daha önceki yazımda da dediğim üzere 2011’in daha güzel geçeceğini söylüyor içimdeki o ulu ses. Ben de bu yılın daha güzel geçmesini sağlamak için neler yapabilirim konusunu masaya yatırdım. Geçen senelerin doğrularını yanlışlarını gözden geçirdim, sonuçta şöyle bir liste çıkardım (Evet yine liste) Şimdi bu listeyi bir yerlere yazmazsam biliyorum ki yastık altı edeceğim. Hiç olmazsa burada kaldığı sürece utanır, çalışır, şu listenin üzerindekileri karalamak için uğraşırım. Bakalım listemle olan 2011 serüvenim nasıl sonuçlanacak hep birlikte göreceğiz 🙂
1- İşler yarım bırakılmayacak. Bu nedenle dilime sakız olan “Bakarız” kelimesi zorunlu haller dışında kullanılmayacak.
2- Oturup ALES’e adam akıllı çalışılacak. İyi bir puan alınmaya çalışılacak.
3- İngilizce’ye adam akıllı çalışılacak. (KPDS’den A seviyesine çıkmaya çalışılacak, TOEFL, IELTS sınavlarına girilecek. Yanında GRE’de olursa fena olmaz)
4- Risk yönetimi ve türevleri konularından uzak durulacak.
5- CIA sertifikası için çalışılacak.
6- Denetim ve mali kontrol alanlarında akademik çalışmalar yapılacak.
7- SPK- Türev Araçlar Lisansı alınacak
8- Daha fazla sanatsal ve sosyal aktiviteye (özellikle asırlardır gidemediğim tiyatro) katılınacak.
9- Muhtelif tarihlerde alınan, kütüphaneye istiflenen kitaplar bitirilecek.
10- Muhtelif tarihlerde alınan, harici belleğe istiflenen filmler bitirilecek. Vizyondaki filmler daha sıkı takip edilecek gelip sıcağı sıcağına yorum yapılacak.
11- Fotoğrafa daha fazla zaman ayrılacak.
12- Sözlüğe daha fazla entry girilecek (Yoksa atılacam 😛 )
13- Gözümüzü karartık, Phuket’e gidilecek.
14- Ucuz uçak bileti bulma çalışmalarına başlanacak.
15- Lonelly planet’de, tripadvisor’da daha aktif olunacak
16- Arkadaşlar ile daha fazla zaman geçirilecek.
17- Arkadaşlarla birlikte tatile gidilecek.
18- Daha fazla organizasyon yapılacak.
19- Fringe bitirilecek.
20- Flashforward bitirilecek.
21- Fransızca’ya başlanacak (Lebethron Lebethron duy sesimizi)
22- Cumartesi geceleri daha fazla dışarı çıkılcak (Çapkınım hovardayım yirmdört ayardayım:P )
23- Yogaya başlanacak.
24- Düzenli spor yapılacak.
25- Müze kartımın süresi dolmadan İstanbul’a uğranıp Topkapı, Dolmabahçe Allah ne verdiyse gezilip gelinecek.
26- Kaplıcaya gidilip bir güzel masaj, spa olaylarına girilecek.
27- Bayramlarda seyranlarda büyüklerin elleri küçüklerin gözleri yaşıtlarımın yanakları öpülecek (Son bir kaç yıldır bayramları asosyal olarak geçirmekteyim. Bu halim beni bile üzüyor )
28- Ankara’mızın haklı gururu Behzat Ç. Korunup kollanacak. (Harun arkadaşımıza gerekirse çıtır çerez, çikolata, abur cubur takviyesi yapılacak :P)
29- Yeni müzik grupları, yeni şarkılar keşfedilecek. Tamam eskiler çok güzel ama yenilere de şans vermek gerekmez mi (En son dinlediğin yeni albüm sorusunda Kings Of Leon Only By Times cevabını verince kafama dank etti )
30- Blog daha güncel tutulacak.