RSS

Aylık arşivler: Mayıs 2010

Dünya Neler Oluyor Sana?


Dün sabahtan beri aldığımız onca kötü haber ister istemez bu soruyu beraberinde getirdi: DÜNYA NELER OLUYOR SANA???
Öncelikle yüreklerimiz İskenderun’dan gelen o acı haberle yıkıldı. Nefes almamıza müsade etmeden Gazze’ye İNSANİ YARDIM götüren gemilere İsrail’in mantık dışı saldırısı nedeniyle yitip giden canların haberi geldi. Bu haberler bizleri üzse de üzerlerinde düşünmemiz, konuşmamız gerek.
İlk olarak Gazze’ye insani yardım götürme hadisesini ele alalım. Onurlu, güzel bir davranış ama Türk milleti olarak düşünmeden hareket etmemizin ceremesini bir kez daha çekiyoruz. Gazze’de bir insanlık dramının yaşandığını herkes biliyor. Biz de elimizden geldiğince Filistin halkına yardım etmeye çalışıyoruz. Buraya kadar her şey iyi güzel. Ancak arkamıza baktığımızda İsrail hakkında her fırsatta atıp tutan Arap ülkelerini nedense yanımızda göremiyoruz. Bu olayda da YİNE GÖREMEDİK. O bir zamanlar sevmediğimiz komşumuz Yunanistan bile tepkisini net bir şekilde ortaya koyarken, bizleri her defasında kardeş gördüklerini yineleyen o malum ülkelerden çıt çıkmıyor. Geçen sene 5 hafta kadar bu ülkelerden birinde kalıp, az çok sistemin işleyişini görebilmiş biri olarak bu durum bana hiç de şaşırtıcı gelmedi. Millet olarak biraz daha soğukkanlı olmayı, biraz daha diplomatik olmayı isterdim ama biz böyleyiz işte. Ayrıca söz konusu insanlık dramı sadece Gazze’de yaşanmıyor, yaşanmamıştır. Aklıma haliyle Bosna geliyor. Gazze’den çok daha uzun bir süre abluka altında kalmıştır ama insani yardım götüreceğiz, kamuoyunun dikkatini çekeceğiz diye böyle ciddi bir çalışma yapılmamıştır ya da ben hatırlamıyorum. Balık hafızalarımızla bu kadar geriye gitmeye gerek bile yok. Doğu Türkistan’ın durumu basına çok yansımasa da Gazze’den daha vahimdir. Neden oraya yardım eli uzatılmaz?
Bu yazdıklarımdan yapılan yardım çalışmalarına karşı olduğum sonucu çıkmasın. Karşı değilim,sonuna kadar destekliyorum ama tek başına bir şeyler yapmaya kalkışmanın Don Kişotluktan öteye geçemeyeceğini düşünüyorum. Bir de bu yardımlarımızın karşılığını görebilsek. One minute çıkışından sonra malum çevreler tarafından pöf pöflenen güzel ülkem Kıbrıs müzakerelerinde yine o malum ülkeler tarafından yalnız bırakılmıştır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Çünkü tarih tekerrürden ibarettir.
Görüldüğü üzere insani yardım gemilerine yapılan saldırı İskenderun’da gençliğinin baharında yitip giden canları unutturuyor bize. Zaten alışmadık mı bu haberlere, sıradanlaşmadı mı? Tamam çevremizde olup bitenlere tamamen duyarsız kalalım demiyorum ama öncelikle kendi içimizdeki meseleleri çözelim. Kabul etmemiz gerekirse bizim bizden başka dostumuz yok. Nuri Bilge Ceylan’ın dediği güzel ve yalnız bir ülkeyiz
 
Yorum yapın

Yazan: Mayıs 31, 2010 in dünya halleri

 

Volver


“I notice the blinking Of the of the distant lights That measure my return.
They are the same ones that lighted With their pale reflections Hours of profound sadness.
And, although, I didn’t want to return One always goes back to ones first love.
The ancient street where the echo said “His life is yours”. “His love is yours.”
Under the mocking gaze of the stars Which look on me with indifference Today they see me returning.
To return, With a withered brow, The snows of time Silvered my temples.
To feel … That it’s a life’s puff of breath. That twenty years are nothing. That the the feverish look Wandering in the shadows, Seeks you and names you (points you out).
To live … With the soul bound To a sweet memory Which I lament again.
I’m afraid of the meeting With the past that has returned to confront my life.
I fear the nights Which, peopled by memories Enchain my sleep.
But the traveler who flees Sooner or later Ceases his wandering.
And although the forgetfulness That destroys everything Has killed My old illusions.
I keep hidden A simple hope That is the the only treasure In my heart.
To return, With a withered brow, The snows of time Silvered my temples.
To feel … That it’s a life’s puff of breath. That twenty years are nothing. That the the feverish look Wandering in the shadows, Seeks you and names you (points you out).
To live … With the soul bound To a sweet memory Which I lament again.”

En sevdiğim yönetmenlerden biri olan Pedro Almodovar’ın 2006 yılı şaheserini izlerken yine bu şarkıya takıldım. Film ile aynı adı taşıyan bu parça aslında Estrella Morente tarafından seslendirilmiş, Penelope Cruz filmde playback yapmış 🙂 Playback’i bile çok başarılı. Defalarca yinelemiştim şimdi bir de burada yineleyim. Penelope Cruz gerçekten iyi bir oyuncu. İlk defa Annem Hakkında Her Şey filminde tanımıştım onu. Oyunculuğundan ziyade epey bir zaman Akdeniz kadınlarına has olan o çekici güzelliği ve gönül ilişkileri konuşulur oldu ama Volver’dan sonra herkes geç de olsa Onun iyi bir aktrist olduğunu da fark edilebildi. Yukarıdaki kareyi gördükten sonra doğrusu günümüz aktrisleri içerisinde Penelope Cruz kadar etkileyici bakışları olan başka bir aktrist olmadığı kanaatine de vardım. En son kendilerinin Karayip Korsanları’nın son filminde oynacağı haberi kulağıma çalındı. Filmi merakla bekliyorum doğrusu. Johhny Depp ile karşılıklı döktürmelerini ümit ediyoruz.
Şimdilik benden bu kadar. Ve son bir dilek daha. Pedro’cum lütfen daha fazla film çek 🙂
 
 

Dostoyevski’yi nasıl bilirdiniz?


Beni tanıyanlar bilirler Rus Edebiyatı ile aram pek iyi değildir. Ucundan kıyısından bir kitap kurdu olarak bu komşu ülkenin edebiyatına mesafeli durmuşumdur. Bu durumun ortaya çıkmasında orta okul çağlarında Savaş ve Barış gibi anlaşılması için belli bir birikim isteyen bir klasiği okumaya çabalamamın etkisi büyük. Tahmin ettiğiniz üzere Savaş ve Barış’ı anlayamadım. Haliyle epey bir zaman elimde süründü ve halen sürünmekte. İnatçılık ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan ben o yıllarda konu Tolstoy’un eserlerini okumaya gelince bir keçiden farksızlaşmıştım. Bu sefer Diriliş’te karar kılmıştım. Sonuç yine hüsran. Bir de şansımı Anna Karenina’da deneyim dedim ama kitap mı okuyorum yoksa Anna Karenina ile sürekli kavga ediyorum belli değildi. Bu sefer kitabı bitirdim ama bir daha Anna Karenina’nın hayatıma girmesine izin vermedim. (Onun da pek istekli olduğunu zannetmiyorum doğrusu) Düşünüyorumda daha çocuk denecek yaşta Savaş ve Barış’ı elime almamda çevremin de büyük etkisi oldu. Hepimiz duymuşuzdur şu sözleri “Benim için edebiyat Rus edebiyatıdır, diğerleri hikayedir” Ben bu sözleri çok duydum ve bu sözler kendinize örnek aldığınız insanların ağzından dökülünce benim gibi gördüğünüz ilk Tolstoy kitabına sarılmanız içten bile değil.
Tolstoy serüvenimden sonra ben de ister istemez Rus edebiyatına karşı bir önyargı oluştu. Nasıl olsa anlayamayacağım, sıkılacağım diye o sulara pek yanaşmadım. Okuduklarım Uzakdoğu’dan Latin Amerika’ya geniş bir coğrafyaya yayılsa da Rusya topraklarının içine çok nadiren adım attım. İşte bu adımlardan biri Dostoyveski’nin Suç ve Cezası’dır. Bu sefer aklı başında bir üniversite öğrencisi ve az buçuk belli bir birikim sahibi olarak bu romanı severek okudum. Böylelikle, Dostoyveski Rus edebiyatına karşı önyargımı da bir parça kırmış oldu.
Dün Dost Kitapevi’nde yaptığım bu ufak bir turda “Ne Demiş Dostoyveski” adında bir kitap gözüme ilişti. Oysa ben gözümü yine İngiliz Edebiyatı kısmına dikmiştim. Öncelikle kitabın kapak tasarımı gözden kaçacak gibi değildi. Klasikler serisinin üzerindeki o iç karartıcı resimler yerine bu kitabın üzerindeki Dostoyveski çizimi insanın yüzünde bir anda aptal sırıtışa neden oluyor. Evet, o fotoğraflarında sürekli somurtan Dostoyveski senin benim gibi gülüyordu. Bu çizimler kitabın hemen hemen her sayfasını süslüyor. İster istemez kitabın arka kapağında dediği gibi Dostoyeski sizin için “Dosto” oluveriyor.
Kitap Dostoyevski’nin hayatı, eserleri ve özellikle de anlamlı sözlerinin derlendiği ufak bir “Dostoyveski’yi tanıyalım kitabı”. O nedenle aman aman bir toplama filan beklemeyin. Zaten yazarının da anladığım kadarıyla öyle bir kaygısı yok. Ama bana göre bu tarz kitaplar önemli bir görevi yerine getiriyor. Örneğin bu kitabı okuyan bir orta okul öğrencisi benim mazide yapmış olduğum hataları büyük bir olasılıkla tekrarlamıyacaktır. Muhtemelen Dostoyveski’yi okumak için biraz daha vaktinin olduğunu anlayacak ya da ustanın anlaşılması en kolay kitabından başlayacaktır serüvenine. Böylelikle hayatının baharında edebiyatla ilgili bir önyargı edinmeyecektir. Bu nedenle “Ne Demiş Dostoyeski” gibi kitapların çoğalmasını diliyorum. Son zamanlarda klasiklerin çizgi roman uyarlamalarına ses çıkartan bir kesim olsa da (onların da kaygılarını hoş görüyle karşılıyorum) bu tarz çalışmaların roman okuma sürecinde okuyucu için bir önhazırlık olduğunu düşünüyorum. Biraz iddialı olacak ama çizgi romanını çok seven bir okuyucu %80-%90 ihtimalle Macbeth’in de Dava’nın da orjinal halini okumak isteyecektir.
Merak edenler için kitap, Carpe Diem yayınları tarafından basılmış. Fiatı 7,5 lira. İlk baskısı Eylül 2005’de yapılmış. Elimdeki ise 2009 baskısı. Derleme işini yapan Esra Uluç. Kitapın kapağındaki ve sayfalarındaki güzel çizimlerin sahibi ise Sernur Işık. ( Sernur Işık’ın çalışmalarıyla ilgili ayrıntılı bilgiyi http://sernuretta.blogspot.com/ adresinden edine bilirsiniz. )
Şimdilik benden bu kadar. Zonguldak’ daki o vahim olaydan sonra yüreğim ister istemez buruk. Hayat devam etse de “Yöre halkı bu olaylara alışık “gibi bir laf edilmemeliydi. Neyse ben üstad Dostoyevski’nin bir sözü ile noktalıyayım yazımı
” Yaşamaktan Korkma! Doğru şeyler yaptığında yaşam öyle güzel ki”
 
3 Yorum

Yazan: Mayıs 20, 2010 in dostoyevski, edebiyat, rus edebiyatı, tolstoy

 

Gökkuşağının karanlığında iyi uykular sana


Hayat ne tuhaf. Sevinci de hüznü de birbirine harmanlayıveriyor bir anda. Dün akşam Bursaspor’un şampiyonluğuna deli gibi sevinen ben, bu akşam Ronnie James Dio’nun ölüm haberiyle ufak çaplı bir sarsıntı geçirdim.

Kaderin bir oyunu mudur bilemiyorum ama onunla tanıştığımda da aylardan Mayıs’dı. Hafif bir esinti vardı Ankara sokaklarında ilk gençlik çağının uçarılığı ise üzerimde. Ve o ses,o melodi, o gitar tınıları. Sert ama bir o kadar melodik. O gün bu gündür “Holy Diver “Dio bir daha hayatımdan çıkmadı. Bazen en yalnız anların can yoldaşı bazen ise en kalabalık anların ilham perisi oldu.

Haberi aldığımda ise aklıma ilk O geldi. Hani sormuştu ya ” Dio ölürse?” diye. Şimdi ne haldedir,ne yapıyordur aklımdan bu soruları bir türlü kovamıyorum. Umarım iyidir, umarım ağırbaşlılıkla kabul etmiştir. Ne de olsa hepimiz bir gün dünyadan göç etmeyecek miyiz?
Ama Uncle Dio biraz erken olmadı mı? Daha anlatacak öykülerin yok muydu senin? Sorarım sana yabancılarla konuşmamayı artık bize kim tembihleyecek ?

Ve artık diyebileceğim sadece şu: Gökkuşağının karanlığında iyi uykular …
 
1 Yorum

Yazan: Mayıs 17, 2010 in Heavy Metal, Müzik, Ronnie James Dio

 

Mavi ile Lacivert Arası : Lanvin


Bilmem hatırlar mı bu blogun takipçilerinden birine bir sözüm vardı. Sözümü tutmanın vakti geldi. Moda hakkında yazmak pek harcım olmasa da Lanvin hakkında bu kaydı yapmaya karar verdim. Öncellikle Lanvin moda evi, Fransa’daki moda evlerinin en eskisi. Chanel gibi kurucusu bir bayan. Jeanne Lanvin’in, Lanvin’i kızının ısrarlarına dayanamayarak kurduğu rivayet edilir. Daha sonra annesinden bayrağı kızı Marguerite di Pietro alacaktır. Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında tasarımları oldukça popüler olan moda evi, 1950’li yıllardan sonra derin bir uykuya dalacak, 2000’li yıllara girmeye yakın bu uykusundan uyanacaktır. Ekim 2001 tarihinde, Gucci’de Tom Ford tarafından kapı önüne konan yetenekli tasarımcı Alber Elbaz iş başı yapacak, Lanvin’i adeta küllerinden yeniden doğuracaktır.

Görüldüğü üzere yukarıdaki şahanelerin hepsi Alber Elbaz’ın elinden çıkma. Alber Elbaz, Lanvin’in geçmişine sahip çıkarak bu tasarımlarını gerçekleştirmiş. Özellikle mavi ile lacivert arasında Jeanne Lanvin tarafından oldukça fazla kullanılan renk tonu yeni Lanvin kreasyonlarında da baş tacı yapılmış. Ayyakkabı, kolye vb. kutularında da bu renk kullanılmış.

Umarım Alber Elbaz ile Lanvin işbirliği uzun yıllar devam eder. Bizlere de ortaya çıkan bu ürünler hakkında yorum yapmak kalır.
Bol Modalı Günler
Görüşmek Üzere

P.S: Tasarımları çok başarılı ve yaratıcı bulmama rağmen yukarıdaki kıyafetlerin hepsini giymek ister miyim bilemiyorum. Rahatıma düşkün olduğum için biraz daha sade kıyafetleri tercih ediyorum ama yukarıdaki tek omuzlu bej rengi elbiseye de hayır demem doğrusu.
 
2 Yorum

Yazan: Mayıs 15, 2010 in Alber Elbaz, lanvin, Moda

 

Lovely Bones: Cennet Biraz Bekleyebilir mi


Eğitim gazisi sonunda Ankara sınırları içerisine döndü. Ne demişler ”Evim evim güzel evim” Bahar yerini yaza bırakmaya hazırlanırken benim üzerime de bir bahar yorgunluğu çöreklendi. Aslında bu yorgunluğun mart en geç nisan gibi uğraması gerekirdi ama bünyem yine bilinenin aksine hareket etti. Haliyle blogu boşladık. Bu boşlama işini hemen kanıksadım. Sonunda gerek iş yerindeki gerekse de evdeki masam yapılacak işler ile doldu taştı. Tabiri caizse deli bir yaşam temposuna tekrardan dönmem lazım. Görüldüğü üzere lafı yine uzattım. Oysa ben Lovely Bones filmini anlatmaya gelmiştim mekana. Filmi izleyeli iki hafta oldu ama bir şeyler karalamayı erteledim. Bunu erteleyince haliyle diğer kayıtları da erteledim. Neyse filme geçsem iyi olacak.
Film bilindiği üzere Peter Jackson imzalı. Peter Jackson benim gibi Tolkien müpteları için üçlemeyi katletmeden beyaz perdeyi taşımayı başardığından saygı duyulması gereken bir yönetmen. Bu nedenle önceden de tarzını beğendiğim bu yönetmenin yeni projelerini takip etmek farz oldu. En son filmi Lovely Bones’du. Filmin fragmanını bitmeyen turnelerimin birinde hatırlayamadığım bir şehirde izlemiştim. Görsel efektlerin kullanımı beni bir kez daha büyülemişti. Ama filmin konusu…Yüreğime bir hüzün bulutunun çökmesine neden olmuştu. Oysa her gün gazetelerin üçüncü sayfalarında okuduğumuz haberlerden fazlası değildi. Ama fragmanda bile üzerine basılan o yaşanmamışlıklar ister istemez gözlerimin dolmasına sebep olmuştu (Tamam, burada evden uzakta olmamından etkisi olmuş olabilir.)
Filmi izledilkten sonra aynı etkinin filmin büyük bir bölümünde korunduğunu söyleyebilirim. Özellikle ilk yarım saatte bu duygular tamamiyle su yüzüne çıkıyor. Genel itibariyle gözyaşlarımı içime akıtmayı seven dışarıdan bu nedenle odun muamelesi gören ben bile bu ilk yarım saatte istemsiz bir biçimde göz yaşlarımı serbest bıraktım. Ortada korkunç bir olay var ama siz kanı sadece bir sahnede ,o da Peter Jackson’nın diğer filmlerindekine nazaran çok az miktarda görüyorsunuz. Lakin olayın vahşiliği kan olmadan da çok güzel bir şekilde dile getirilmiş. Bu yalın anlatımda özellikle Susie’yi canlandıran, Kefaret filmde de oyunculuğunu çok beğendiğim ve bana göre ileride ödülleri üçer beşer toplayacak olan Saorise Ronan’ın payı büyük. İster istemez olaylara Susie’nin pencerisinden bakıyorsunuz. Onunla birlikte aynı öfkeyi, aynı hüznü hissediyorsunuz. Filmin diğer bir yıldızı ise malum şahsı canlandıran Stanley Tucci. Stanley Tucci’nin bu filmdeki performansı üzerine çok şey yazıldı, çizildi. Söylenenlerin çoğuna da katılıyorum. Bu, her rolün adamı olan oyuncuyu artık daha fazla filmde mümkünse başrollerde görmek istiyoruz. Diğer oyuncular ise fena değillerdi. Rachel Weisz’dan daha iyi bir performans beklerdim doğrusu ama Susie’nin babası rolünde oynayan, oyunculuğundan pek haz etmediğim (itiraf etmek gerekirse kendilerini kazma olarak görüyorum) Mark Wahlberg az da olsa beyaz perdeye duygularını yansıtabilmiş. Onun yerine bu rolde bana göre Edward Norton ya da Hugh Jackman olsaydı ortaya çok daha iyi bir film çıkabilirdi. Filmin görsel kısmına söyleyecek söz bulamıyorum. Yüzüklerin Efendisi ile bu konuda bir çığır açan Peter Jackson ve ekibi edindikleri tecrübeleri bu filme de aktarmayı başarmışlar. Susie karakterine kendimizi fazlasıyla kaptırmamızın altında kanımca görsel öğelerin bu denli başarılı olarak kullanımı da yatıyor. Filmin artıları böyle iken eksileri de mevcut. Susie’nin Araf’a ayak basışındaki sahne dışında müzik seçimleri pek de iyi değildi. Ayrıca filmin son onbeş dakikası biraz aceleye gelmiş havası yaratmakta. İster istemez bu durum izleyici de etkiliyor. Zaten filmin sonu tam bir hayal kırıklığı. Filmin ilk yarım saatinde size eşlik eden duygu selinin zerresinden eser yok. Kitabı okumadım ama filmin sonunun bu kadar yavan olmaması gerektiğini düşünüyorum.
Uzun lafın kısası Lovely Bones eksikliklerine rağmen iyi bir film. Özellikle katıksız sevginin yanı başında durduğunu anlamamız, bu sevgi uğruna bir anlığına cennetin değil de zor da olsa arada kalınmışlığın seçimi ve sevginin tüm engelleri aşabiliyor oluşunu göstermesi açısından izlenmesi gereken bir film. Film biter bitmez insan ailesinden birilerine sımsıkı sarılmak istiyor. Her ne kadar yaş sınırı getirilmiş olsa da bu filmi özellikle çocukların izlemesinin gerektiğini düşünüyorum. Evet adının balık ismine benzemesine, fani dünyada yaşayamamışlıkların olmasına rağmen sevgili Susie, sen bize bir babanın çoçuğuna duyduğu sevgiye en şeytani zakanın bile karşı çıkamayacağını gösterdin. Ve ben de buradan ailemin benim için ne kadar kıymetli olduğunu, onları ne kadar çok sevdiğimi söylemek istiyorum.
Hepinizi çok seviyorum.
Görüşmek üzere
 

Kuşbakışı Dünyayı Gördüm…


Uzun bir süredir (aslında topu topu iki ay oldu) bıraktığım seyahat çalışmalarıma yeniden başladım. Bu sefer iş değil de eğitim nedeniyle rotamı Ege’ye doğru kırdım. 1 Mayıs sabahı Esenboğa Havalimanı’nın yolunu tuttum. İstikamet İzmir’di. 3,5 saat uyumama rağmen kuşbakışı yolun güzelliğine karşı koyamadım. Sanırım bu durumda Up In The Air filminin de etkisi oldu. Havalimanına her gidişimde aklıma Love Actually’nin o harika başlangıç sahnesi gelir. Artık bu filmin yanına kardeşi geldi: Up In The Air. Daha önceki yazımda belirttiğim üzere filmde kuşbakışı şehir manzaralarını pek bir sevmiştim. Fırsat bu fırsat deyip kuşbakışı şehir manzaralarını hafızamdan geri çağırdım. Mesleğim gereği Türkiye’nin pek çok iline gitme fırsatım oldu. Bu yolculuklarımda genellikle hızlı ve rahat olması nedeniyle hava yolunu tercih ettim. Oysa ben tam anlamıyla cuf cuflu tren aşığıyım. Ailenin büyük bir kısmının demiryolları ile bağlantılı işlerde çalışmasından kaynaklanan genetik bir düşkünlük müdür bilinmez tren yolculuklarını pek bir severim. Ama zaman sorunu tren yolculuklarımı sekteye uğratıyor.
Neyse konumuza dönecek olursak çok gezmemin sonucu olarak bir sürü şehrin havadan görüntüsü hafızama yer edinmiş. Ülkemizin kültürel zenginliğinden mi yoksa üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bize sunduğu nimetlerden mi olsa gerek her kentin kendine has bir görüntüsü var. Yani kuşbakışı görmüş olduğum hiç bir şehir bir diğerine benzemiyor. Oysa Orta Amerika’da yaşayan uzaktan bir arkadaşım bir sohbet sırasında o bölgedeki bütün şehirlerin birbirine benzediğini çoğu zaman bir şehirden diğerine geçtiğini anlayamadığını anlatmıştı. Şimdi Up in the Air’deki görüntüleri karşılaştırınca bu arkadaşıma kısmen de olsa katılıyorum. Gökdelenlerle donatılmış şehir merkezi ve etrafına donatılmış banliyöler…Oysa bizim kentlerimiz böyle değil. En düzenlisi olan Ankara’da bile öyle iş merkezlerinin bir yere toplandığını göremezsiniz. Ege’nin o verimli toprakları uçağımızın altında serili iken kafamı bu düşünceler meşgul etti. Ve ben de gittiğim şehirlerin kuşbakışı görüntülerinden küçük bir “en” listesi yapmaya karar verdim.
En dağınık görüntü: İstanbul -Atatürk Havalimanı(Özellikle sabah uçuşlarında bana hak vereceksiniz)Havalimanının kendisi de çok karışıktır. Eğer aktarmalı uçuş yapacaksınız uçuşlarınızın arasında en az iki saat fark olması şiddetle önerilir. Hele bu uçuş iç hatlardan dış hatlara yapılıyorsa sağlam bir kondisyon gerekir.

En güzel görüntü: Dalaman. Ege ile Akdeniz’in kucaklaştığı yerden dönülerek yeşiliklerle dolu o güzelim yere iniş yapılır. Herkese tavsiye ediyorum. Ayrıca gün batımında yani İstanbul’un çarpık yapılaşmasının o üzücü görüntülerinin biraz da olsa gölgelendiği zaman diliminde boğazın görüntüsü enfestir. Onu da atlamamak gerekir.

En heyecanlı iniş: Trabzon. Kentin coğrafi yapısının elverişizliği nedeniyle havalimanı oldukça küçük ve şehrin içerisindedir. Bir an denize mi iniyoruz endişenize kapılmanız içten bile değil. Özellikle yağmurlu havalarda daha da artar bu endişe. Bulutlar ve sis izin verirse eğer Karadeniz’in o zümrüt yeşilini havadan görmek ayrı bir keyif verir insana.

En süprizlerle dolu: Adana. Hem bu kadar büyük bir şehirle karşılaşmak hem de Seyhan Irmağı üzerine kurulmuş olan barajın şehre kattığı güzellik sizi hayrete düşürür.

En düzenli: Açık ara farkla Ankara 🙂

En bereketli: İzmir. Yemyeşil ovalar her yere dağılmıştır. Bir de kuşbakışı bile devam arkelojik kazıları görmeniz mümkündür. Ben bu yolculuğumda bir tane gördüm bile 🙂

En gelişen: Gaziantep. İki sene de bir şehir bu kadar mı büyür inanamadım.

En sessiz: Samsun. Karadeniz insanı hırçındır derler tanıdığım Karadenizliler’e dayanarak da bu lafın kısmen de olsan doğru olduğunu düşünüyorum ama Samsun buna inat sakindir. Sadece sahilinde hareketlenme vardır. Onun dışında hep aynı. Sanırım on sene sonra da aynı olacak.

Benden şimdilik bu kadar. Görüşmek üzere