RSS

Kategori arşivi: mekan sahibinin sesi

işte geldim burdayım…


Uzun bir aradan sonra bu yeni yerinden merhaba… Blogspot halen anlam veremediğim bir karardan dolayı kapatıldığı için mekânı wordpress’e taşıdım. Gerçi wordpress’e de erişim yasağının konulması yakındır. Tamam, hukuka karşı bir insan değilim ama bu tür kararlar artık beni çileden çıkartıyor. Neden her defasında kurunun yanında yaşları da yakıyoruz anlamıyorum. Sanırım tembelliğimizden. Şimdi illegal yayın yapan siteleri bulacaksın, onları kapatacaksın filan zaman ve emek ister. En iyisi hepsine erişimi engelleyelim diye düşünmüşler büyüklerimiz. (Şimdi tembel yazdım ya 301’den yargılanmayayım ben de amanın 😛 )

Bu anlamsız yasak kaldırılana kadar sesimi kesip oturmak bana göre değil. Bu nedenle kadim dostum leogra’nın yardımıyla blogspot’taki bloğumu wordpress’e aktarabildim. Burası da engellene kadar buradayım. Blogspot açılsa da burada olmaya devam edeceğim. Çünkü güzel ülkem bir kez daha bana gösterdi ki yedeksiz çalışılmaz.

Neyse efendim bu tatsız tutsuz mevzuyu bir kenara bırakırsak yaşam yine o bilindik temposuyla akıp gidiyor. Çok şükür elime yapışan rapordan kurtuldum. Ve dört sene sonra tekrar izin alabildim, hatta iznimin ilk haftasını bitirdim. O kadar yorulmuşum ki çantamı sırtıma alıp kendimi yollara vurmak içimden gelmedi. Gerçi 1,5 günlük zorunlu bir İstanbul seyahati yaptım ama o gezme sayılmaz J Evde yan gelip yuvarlanmayı, bol bol film izleyip, kitap okumayı, e-mail kutumu temizlemeyi düşünüyorum kalan zamanda. Bu arada kısa zamanda benim bir parçam olan bloğumu da güncellemeye çalışacağım. Biriken tonlarca konu var. Umarım post bombardımanı ile kimseleri sıkmam. Çünkü yazmayınca, paylaşmayınca sanki bir şeyleri eksik yapıyormuş gibi hissediyorum. Ve itiraf etmem gerekirse burası bana tekrardan disiplinli çalışma alışkanlığını da kazandırdı. Yazdıklarımı gerçeğe dönüştürmek için çabalıyorum bunu bilesin sevgili bloğum. Neyse şimdilik bu kadar…  İçimden bir ses çok kısa zamanda buluşacağımızı söylüyor.

 P.S: WordPress’de tazeyim. Açıkçası blogspot’dan sonra biraz karmaşık geldi. Zaman içerisinde birbirimizin dilinden konuşacağımıza inanıyorum.

 
1 Yorum

Yazan: Mart 19, 2011 in mekan sahibinin sesi

 

güle güle ve merhaba: 2010-2011


Sonunda 2010’u devirdik 2011’e başladık. Daha dün gibi hatırlarım 2000 Millenyum heyecanını, bilgisayarların çökeceği endişesini . Ama daha durun 2012’miz var, Maya Kehanetlerimiz var, hatta geçen sene buna ilişkin olarak çekilmiş büyük bütçeli bir Hollywood filmimiz var. Gerçi film, harici bellekte benimle birlikte yurdum yollarında dollanmaktan bitap düştü, ama halen izlemedim. Neyse bu filmi de 2011 kararlarımın içerisine de eklesem fena olmayacak.
Yeni yıl kararları listesine geçmeden önce 2010’a vefa borcumu ödesem yani son bir durum değerlendirmesi yapsam fena olmayacak. Geçen yıla baktığımda en çok yüksek lisansı en sonunda kazasız belasız tamamlayabilmeme sevindim. Bu gelecek günler için de umut ışığını yeniden doğurdu. Evet o akıllanmayan insanlardadım. Yüksek lisansda çektiğim eziyetler yetmemiş olacak ki doktora yapmaya can atıyorum. Bunun için sınav salonlarına hızlı bir dönüş yaptım. Hızlı dediysem kaplumbağa hızı demek daha doğru olur. Seneler çok şey götürmüş. Bilgiler unutulmuş değil ama pratik yapmak gerek. İşte yapılacak pratikler de yeni yıl kararlarının bir kısmını oluşturuyor. Yüksek lisans dışında son dört yılda olduğu gibi biraz zorunluluktan biraz da kendi isteğimle bu sene de epeyce gezdim. Hatta sınırları aşıp kapı komşumuz Gürcistan’a bir merhaba deyip geldim. Yorucuydu ama güzeldi. Yılın son günlerinde ise zorunlu gezilerin azalacağı haberiyle sevindim. Bazılarınız şaşırabilir ama tüm bu gidiş gelişler ve ucundaki belirsizlik, belirsizlikle kol kola giren yalnızlık yorucu olabiliyor. Kolay değil beş sene olmuş. Artık plan yapabilmenin özgürlüğünü istiyor insan bir de fırsatları kaçırmamayı (özellikle ucuz uçak biletlerini ve konserleri 😉 ) İş, güç bu sene yine baş döndürücü temposuyla yanımdaydı. Yalnız kalmamam için yapıyor bunu biliyorum. Özellikle son aylarda hayatımın hiç bir döneminde çalışmadığım kadar çalıştım. Gerçi halen çalışıyorum. Bitmedi bitmiyor. Bunun için üzülmenin de nafile olduğunu geç de olsa anladım. Bu hep böyle sürüp gidecek. Bu iş bitecek sonra yenisi başlayacak…Neyse ama artık yılın belli bir döneminde tatildeyim diyebileceğim.
Mutluluğun, sevincin, başarının olduğu yer de gözyaşı, üzüntü ve başarısızlar da vardır. Belki hatırlanmazlar belki de hiç akıldan çıkmazlar. Çok şükür geçen yıl büyük bir üzüntü ile karşılaşmadım. Var oluşumuzdan bu yana süre gelen soruları kendime dert ettim durdum. Sonrasında kendi kendime güldüm, üzüldüğün şeylere bak diyerek. Ama özellikle tek başına olduğunuz, kimse ile konuşamadığınız dönemlerde hüsnü kuruntularınız dünyadaki açlık, sağlık, çevre sorunlarından daha büyük görünüyor. İnsanoğlu doğuştan bencil ne yaparsın. İşte bu benciliğimin arasında bir kez daha “İnsanları tanıyamıyor” oluşuma çok ama çok üzüldüm.
2010’da diğer yıllardaki gibi yine sinemayı, edebiyat dünyasını, müzik piyasasını en kötü alışkanlığım olan dizilerimi elimden geldiğince takip ettim durdum. Pas tutan kalemimi açmak ve nefes alabilmek içinse bu bloğu açtım. Kafama göre yazıyor, çoğu kez dırdır edip duruyorum.
Velhasıl 2010’un kısa özeti (!) böyle oluverdi. 2010’un son saatlerini yılın ilk dakikalarını evimde karşılayabilmek için şehirler arası otobüs yolculuğu yaparak geçirdim. Şansıma bu sefer yolculuk esnasında bana zorla çay, kahve içermeye çalışan muavin yoktu. Bu açıdan huzurlu bir yolculuk oldu. Bir de Fox TV açık değildi. Çünkü her yolculuğumda bu TV kanalını ve nedense hep birbirine benzeyen izleyen dizilerini zorunlu olarak izlemek bıkkınlık vermeye başlamıştı. (Özellikle Ömre Bedel, ismi gibi gerçekten Ömrümüze Bedel. Bu dizinin yanında yine bir Fox TV klasiği olan Arka Sıradakiler gayet tutarlı bir dizi olarak kalıyor. Yok DNA testiymiş, yok sütüne zehir koymaymış tövbe tövbe) Onun yerine yılbaşına yakışacak bir filmi izleme fırsatım oldu. Bu kaçıncı izleyişim bilmiyorum ama bu serinin ilk filmlerine karnıma ağrılar girecek kadar gülüyorum. Doğru tahmin ettiniz : Hababam Sınıfı. Yine Damat Feriti, İnek Şabanı, Güdük Necmisi, Hafize Anası beni çok güldürdü. Saygımızın sonsuz olduğu Kel Mahmut Hocamız ise hem güldürdü, hem düşündürdü. Kendilerine acil şifalar diliyorum yeri gelimişken.
İlk film bittikten sonra ikinci bir film daha takıldı DVD playere. Ama o film Hababam Sınıfının yanına yaklaşamadı. Saçma sapan bir Hollywood filmi, gülemediğim belden aşağı espriler, iğrenç bir oyunculuk sergileyen sevgili Bruce Wills. Ah Bruce biz seni böyle mi bilirdik. Nerede o Mavi Ay’ın hınzır dedektifi. Bu filme hiç musallat olmadım. Yanımdaki kitaba gömüldüm. Şansa bak ki o da zorunlu olarak “Ye, Dua Et, Sev” di (Gerçi kitabın ismini kendime göre uyarladım Ye, İç, Yan Gel Yuvarlan)
Bu kitabı çerez niyetine, bir çırpıda okuyup, aaa bir kısmı da İtalya’da geçiyormuş aman ne güzel diyere doğum günüm öncesinde kendi kendime hediye etmiştim (Kendime hediye almaya bayılıyorum. Megaloman mıyım neyim?) Ama hiç de beklediğim gibi çıkmadı. Kitap gıdım gıdım ilerledi, hem de İtalya kısımda. Oysa ben İtalya’yı ve özellikle de İtalyanca’yı pek bir severim. İtalyanca kulağıma hoş gelir, konuşması pek bir zevk verir . Gel gör ki kitapta bir anlatılmış okurken afakanlar bastı. Yahu İtalya kısmı böyle ise Hindistan ve Endonezya kısmı nasıl olabilir di düşünmek dahi istemedim. Biraz da taşıma kolaylığı (9.90 TL’lik özel basım)nedeniyle bu kitaba ikinci bir şans daha verdim, bavuluma atıverdim. Zaten kavga dövüş İtalya kısmını bitirmiştim. Hindistan kısmının ise bir öyküsünü okumuş bırakmıştım. Cep telefonumun kulaklığını almama gafletimden dolayı müzik dinleyemem de eklenince Bruce Wills’in hatıralarımda Mavi Ay’daki gibi kalması için var gücümle kitabı okumaya konsantre oldum. Sanırım sonuç da verdi. İkinci kısım su gibi akıp gitti. Kendimden de bazı parçalar bulmamın da etkisi olmuştur ama ilk kısıma göre çok daha samimiydi. Kitabı zaten içsel yolculuğun öyküsünü okuyabilmek için almıştım. Tamam yemek yemekte kişinin yolculuğunu bir parçası ama 200 sayfanın sadece yemek yemekten ibaret olması ( o tatlara benim haliyle Fransız kalmam) bıkkınlık vermişti. Ama ikinci kısım öyle değildi. Bazı bölümlerini çok sevdim. İlerde burada küçük küçük alıntılara da yer vermek istiyorum. Kitaba kendimi kaptırmamın meyvesini ikinci bölümü bitirerek aldım. O sırada Ankara’ya da varmışım. Saat 23:15’di. Korkulan olmadı. Yılın ilk dakikalarında evde olacaktım. Bizimkiler beni almaya gelmişlerdi. Yalvar yakar A.O.Ç’e uğrayarak kokoreçimi aldım. Çok mutluydum. Uzun zamandır bu tada hasret kalmıştım (Yukarıda yazar için o kadar serzenişte bulundum ama şu an aynısını ben yapıyorum, farkındayım) Evde beni bekleyen haydari ile pek bir güzel gitti doğrusu. Bu küçük çaplı ziyafet sonrasında televizyonu açtım. Saat 23.45’di. Kanallar arasında zapping yaptım, doğrusu cnbc-e dışında dişe dokunur bir şey bulamadım.
Cnbc-e ‘de Glastonboury Festivalini veriyordu ki gayet güzel bir seçimdi. Aslında yılbaşlarında tercihim en doğudan başlayarak saat sat ülkelerin yılbaşına girişlerini izlemektir ama sağolsun son yıllarda NTV, CNN Turk ve türevleri düet çılgınlığını çıkartalı bu zevkimden de mahrum oldum. Muhteşem düetlermiş, öyle lanse edildi ama benim hiç birine kanım ısınmadı. Hal böyle olunca cnbc-e den başka seçeneğimiz kalmadı. Kapanışı Muse- Uprising ile yaptık. Evin balkonunda bir yandan atılan havai fişekleri izleyerek bir yandan Uprising’i söyleyerek ve tabiki angelic stili dans figürleri ile yılbaşına merhaba dedim. Muse dinlerim ama öyle bir düşkünlüğüm yoktur. (Biraz solistlerine gıcıklığım var, antipatik buluyorum kendilerini.) Ama arkadaşların sahne performansları gayet iyiymiş. Bakalım bu seneye Muse dinleyerek girdik haydin hayırlısı sevgili mekan sakinleri… Aslında şahene olan Glastonboury. Bir gün umarım gidebilirim. (Bunu da hayatta yapılması gerekenler listeme eklesem fena olmayacak. Görüldüğü üzere bir listeler savaşı yaşanıyor. Bundan sonra böyle 😛 )
Sonrasında Victoria’s Secret Fashion Show başladı. Gerçi biz bunu sevgili nix ile yine bir yılbaşı izlemiştik. Heidi Klum’a hasta olmuştuk o sene. Nereden nereye.. Bak Heidi bile emekli olmuş. Şov gayet başarılıydı. Hatunlar güzeldi (Şimdi Allah var yukarda çirkinlerdi dersem çarpılırım) Bayan olmama rağmen ben bunları söylüyorsam şovda ağzı kulaklarında şarkı söylediği için eleştiri konusu edilen Akon’nun üzerine de pek gitmemek lazım. Gerçi Angel şarkısının sonunda çıkan sarışın mankenden gözlerini alamadı, bir an sarılıp öpecek zannettim. Yeni bir Heidi Klum&Seal vakası olursa hiç şaşırmam. Katy Pery’ de yakışmıştı. Bu sene sanırım geçen seneye göre hem şov, hem de modeller daha iyiydi. Victoria’nın sırrını yine öğrenememiş ve ülkeme halen mağaza açmamış olmasının vermiş olduğu kızgınlıkla (!) kendimi yatağa sürükledim. Güzel bir uyku çektim. Evet 2010’u bu şekilde bitirip 2011’e bu şekilde merhaba dedim.
Daha önceki yazımda da dediğim üzere 2011’in daha güzel geçeceğini söylüyor içimdeki o ulu ses. Ben de bu yılın daha güzel geçmesini sağlamak için neler yapabilirim konusunu masaya yatırdım. Geçen senelerin doğrularını yanlışlarını gözden geçirdim, sonuçta şöyle bir liste çıkardım (Evet yine liste) Şimdi bu listeyi bir yerlere yazmazsam biliyorum ki yastık altı edeceğim. Hiç olmazsa burada kaldığı sürece utanır, çalışır, şu listenin üzerindekileri karalamak için uğraşırım. Bakalım listemle olan 2011 serüvenim nasıl sonuçlanacak hep birlikte göreceğiz 🙂
1- İşler yarım bırakılmayacak. Bu nedenle dilime sakız olan “Bakarız” kelimesi zorunlu haller dışında kullanılmayacak.
2- Oturup ALES’e adam akıllı çalışılacak. İyi bir puan alınmaya çalışılacak.
3- İngilizce’ye adam akıllı çalışılacak. (KPDS’den A seviyesine çıkmaya çalışılacak, TOEFL, IELTS sınavlarına girilecek. Yanında GRE’de olursa fena olmaz)
4- Risk yönetimi ve türevleri konularından uzak durulacak.
5- CIA sertifikası için çalışılacak.
6- Denetim ve mali kontrol alanlarında akademik çalışmalar yapılacak.
7- SPK- Türev Araçlar Lisansı alınacak
8- Daha fazla sanatsal ve sosyal aktiviteye (özellikle asırlardır gidemediğim tiyatro) katılınacak.
9- Muhtelif tarihlerde alınan, kütüphaneye istiflenen kitaplar bitirilecek.
10- Muhtelif tarihlerde alınan, harici belleğe istiflenen filmler bitirilecek. Vizyondaki filmler daha sıkı takip edilecek gelip sıcağı sıcağına yorum yapılacak.
11- Fotoğrafa daha fazla zaman ayrılacak.
12- Sözlüğe daha fazla entry girilecek (Yoksa atılacam 😛 )
13- Gözümüzü karartık, Phuket’e gidilecek.
14- Ucuz uçak bileti bulma çalışmalarına başlanacak.
15- Lonelly planet’de, tripadvisor’da daha aktif olunacak
16- Arkadaşlar ile daha fazla zaman geçirilecek.
17- Arkadaşlarla birlikte tatile gidilecek.
18- Daha fazla organizasyon yapılacak.
19- Fringe bitirilecek.
20- Flashforward bitirilecek.
21- Fransızca’ya başlanacak (Lebethron Lebethron duy sesimizi)
22- Cumartesi geceleri daha fazla dışarı çıkılcak (Çapkınım hovardayım yirmdört ayardayım:P )
23- Yogaya başlanacak.
24- Düzenli spor yapılacak.
25- Müze kartımın süresi dolmadan İstanbul’a uğranıp Topkapı, Dolmabahçe Allah ne verdiyse gezilip gelinecek.
26- Kaplıcaya gidilip bir güzel masaj, spa olaylarına girilecek.
27- Bayramlarda seyranlarda büyüklerin elleri küçüklerin gözleri yaşıtlarımın yanakları öpülecek (Son bir kaç yıldır bayramları asosyal olarak geçirmekteyim. Bu halim beni bile üzüyor )
28- Ankara’mızın haklı gururu Behzat Ç. Korunup kollanacak. (Harun arkadaşımıza gerekirse çıtır çerez, çikolata, abur cubur takviyesi yapılacak :P)
29- Yeni müzik grupları, yeni şarkılar keşfedilecek. Tamam eskiler çok güzel ama yenilere de şans vermek gerekmez mi (En son dinlediğin yeni albüm sorusunda Kings Of Leon Only By Times cevabını verince kafama dank etti )
30- Blog daha güncel tutulacak.
 

We are stardust, We are golden, We are billion year old carbon…


Geçenlerde aklıma cep telefonumun masa üstü fotoğrafını değiştirmek geldi.  Aslında böyle bir alışkanlığım yoktur. Aylardır Howl’un Yürüyen Şatosu ile mutlu mesut bir ilişkimiz vardı ama nedense görüntü o gün gözüme battı . Haliyle fotoğraf arşivini bir karıştırayım dedim ve çok uzun zaman önce kaydetmiş olduğum siyah beyaz bir Audrey Hepburn fotoğrafı gözüme takıldı. Dennis Stock tarafından 1950’li yıllarda çekilmiş, çok sade, çok masum ancak çok çarpıcı bir fotoğraf. Her ne kadar bu karenin ortaya çıkmasında Audrey Hepburn’un duru güzelliği önemli bir paya sahip olsa da deklanşöre basan üstadın yeteneğini de unutmamak lazım. Günümüzde her türlü teknolojik imkana rağmen böyle karelere nadiren rastlıyoruz. Bu fotoğraf  aklıma artık çöplüğe dönüşmüş vaziyette olan karman çorman arşivimdeki diğer Dennis Stock fotoğraflarını geldi. Vakti zamanında kaydedilmiş, sonrasında da hepsi unutulmuş…Hepsini bir araya getirdiğimde Dennis Stock  ilgili bir şeyler karalama, fotoğraflarından bir kaçını paylaşma isteği duydum.
Dennis Stock profesyonel fotoğrafçılık kariyerine 1940’lı yıllarda başlamış. Önce Amerikan Ordu’sunda çalışmış, daha sonra ise ünlü Magnum ajansına transfer olmuş. Magnum ajansında 1951-1954 yılları arasında tam zamanlı olarak çalışmış ve bu zaman zarfında hem kendisinin geniş kitleler tarafından tanınmasını sağlayacak hem de James Dean’in hafızalarımızda sonsuza kadar bir efsane kalmasına neden olacak enfes anları fotoğraflamış. Onun objektifine sadece James Dean poz vermemiş. Audrey Hepburn, Grace Kelly, Marilyn Monroe bu isimlerden sadece bir kaçı. Haliyle  bir süre sonra ünlülerin fotoğrafçısı olarak anılmaya başlamış. Ama ilerleyen yıllarda bu tanımlama onu sıkmış olmalı ki sıradan insanların aslında sıradışı hayatlarına çevirmiş kamerasını ancak Maymunlar Cehennemi gibi kült bir filmin setine uğramadan da edememiş. Sonrasında dünyanın farklı yerlerinde anı yakalama macerasına devam etmiş durmuş.
Şubat 2010 yılında aramızdan ayrıldığında ise 81 yaşındaydı.  Dünü, bugünü ve geleceği anlatan fotoğragfları bizlere armağan bırakarak göçüp gitti bu diyardan. Bu yazımda Dennis Stock’un 1950-1970’li yılları arasındaki çalışmalarına yer verdim. Her ne kadar cep telefonumun duvar kağıdını şu an Audrey Hepburn süslüyor olsa da ben kendilerinin en çok Venice Beach adlı fotoğrafını beğenirim. Takvim yaprakları 1968 senesini gösterirken Venice Beach Rock Festivali bu karede ölümsüzleşmiştir.  Bu fotoğrafa ne zaman baksam ordaymışım hissine kapılır, ideallerimle dans ettiğimi görür, Joni Mitchell ve Neil Young’un usulca “We are stardust, we are golden, we are billion year old carbon and we got to get ourselves back to the garden” dizelerini fısıldadığını duyarım.
Venice Beach
Gelelim sona. Yılın son gününe bir adım kala şimdiden herkesin yeni yılını kutluyorum. Yeni yıl için bir çok plan, bir çok istek, bir çok umut var. Umarım bunları buradan düzenli aralıklarla sizlere paylaşabilirim ve 2011 bunların gerçekleşmesine izin verir. Nedendir bilinmez ben kendilerinden bayağı bir umutluyum ama üzülerek söylüyorum ki altıncı hissim bazı zamanlarda hoşçakal bile demeden beni yarı yolda bırakır. Umarım bu sene bu terbiyesizliği yapmaz. Neyse uzun lafın kısası 2010’da sürçü lisan ettiysem af ola. Sağlıcakla ve mutlulukla kalın ve ayrıca Valar’ın lutfu üzerinizde, Earendil’in ışığı hep yanınızda olsun.

P.S: “We are stardust, we are golden, we are billion year old carbon and we got to get ourselves back to the garden” Joni Mitchell’in Woodstock parçasının nakarat kısmını oluşturur, Woodstock için yazılmış ve söylenmiştir. Sene de haliyle 1969’dur. Yani şarkımız Venice Beach Festivalinden gençtir. Ama o fotoğrafa bakınca angelic’in aklına nedense sadece bu parça gelir.

(kaynakça: http://www.magnumphotos.com/)

 

let it snow, let it snow, let it snow…


Oh the weather outside is frightful,

But the fire is so delightful,
And since we’ve no place to go,
Let It Snow! Let It Snow! Let It Snow!
It doesn’t show signs of stopping,
And I’ve bought some corn for popping,
The lights are turned way down low,
Let It Snow! Let It Snow! Let It Snow!
When we finally kiss goodnight,
How I’ll hate going out in the storm!
But if you’ll really hold me tight,
All the way home I’ll be warm.
The fire is slowly dying,
And, my dear, we’re still good-bying,
But as long as you love me so,
Let It Snow! Let It Snow! Let It Snow!
Ally McBeal’i izlerken çıktı bu parça karşıma. Çok uzaklarda unutmuş gitmişim oysa severim bu parçayı.  Vonda Shepard da hakkını vermiş doğrusu. Dean Martin’in hareketli yorumuna karşın Vonda Shepard hüzünle harmanlamış bu şarkıyı. Aslında sözlerine bakınca haksız da sayılmaz. Veda şarkısı bu nasıl hüzünlü olmasın. Şarkı bana evimi, Ankara’yı hatırlattı. Kar ne güzel de yakışır Ankara’ya…Bir yeni yıla da evimden uzakta gün sayıyorum. Geçen sene havalimanındayım bu sene sanırım otogarda olacağım. Yine saat tam onikiyi vurduğunda evde sevdiklerimle olabilmek için var gücümle, taşıdığım bavula (daha doğrusu bavullara) aldırış etmeksizin koşar adım Ankara’nın soğuğuna karışacağım gece vakti. Biraz da olsa kar yağsa ne olur; ne olur yüreğimdeki sızıya birazcık merhem olsa. Biliyorum bu yarada diğerleri gibi kabuk bağlayacak, bir anı olarak yerini alacak  ama yeni yılda az da olsa kar yağsa güzel olmaz mı? Belki, belki…
 

all you need is love…


Bir yılın daha sonuna geliyoruz. Yeni yıla ilk merhabayı her sene olduğu gibi Love Actually eşliğinde ağaç süsleyerek dedik. Unuttum bir de güzel sohbete eşlik eden kahveler vardı. Şimdi söylemezsem sevgili nix başımın etini yer 😛 Gerçi benim ALES maceram nedeniyle bu sene biraz kısa oldu ama umarım seneye sabit bir insan olarak telafisini yapabiliriz.
Gelelim yeni yıla. Bu sene yeni yıldan isteyeceğim belli. Hatta son yıllardaki uzun dilek listemin aksine bu sene son derece kısa bir dilekle hakkımı kullanacağım. Eh zamanında John Lennon ve Paul Mccartney boşuna söylememişler “all you need is love” diye. Bunu istiyorum sadece. Nedeni mi … O da birazdan yapacağım alıntıda saklı. Evet bu kadar basit işte.
“Dünyanın gidişatı üzerine karamsarlığa düşünce Heathrow Havaalanı’nın geliş hatlarını düşünürüm. Nefret ve açgözlülüğün hakim olduğu bir dünyada yaşadığımız düşünülür. Ben öyle düşünmüyorum. Bence her yerde sevgi var. Çoğunlukla onurlu ya da haber değeri olmasa da her yerde sevgi var. Babalar, oğullar, anneler ve kızlar, karı kocalar, kız arkadaşlar, erkek arkadaşlar, eski arkadaşlar… Uçaklar ikiz kulelere çarptığında bildiğim kadarıyla uçaktan edilen telefonlar nefret dolu mesajlar içermiyordu. Hepsi de sevgi mesajlarıydı. Onu arayınca içimden bir ses şöyle diyor: Aşk gerçekten de her yerdedir!”

Eğer yüzünüzde bir tebessüm, yüreğinizde bir umut kısacası kendinizi daha iyi hissetmek istiyorsanız tam da bu zamanda Love Actually’i izlemenizi öneririm. Gerçi son zamanlarda bu filmin klonlarını çok gördük ama ilkinin yerini hiç biri tutmuyor. Hollywood’a inat bir kez daha diyorum ki Avrupa sineması romantik komedi işinde bir adım daha önde. Neyse lafı fazla uzatmadan kaçayım. Şimdiden iyi seyirler.
————————————————————————————————————-
Lost in translation (or short summary or what else…)
New year is coming.  Watching Love Actually, Decorating Christmas Tree were our first steps to new year. Of course I must mention about drinking coffee 🙂
I’m going to wish only one wish at new year . “Love”  As the beatles says “All you need is love” The reason is very simple.  That is the why:
“Whenever I get gloomy with the state of the world, I think about the arrivals gate at Heathrow Airport. General opinion’s starting to make out that we live in a world of hatred and greed, but I don’t see that. It seems to me that love is everywhere. Often, it’s not particularly dignified or newsworthy, but it’s always there – fathers and sons, mothers and daughters, husbands and wives, boyfriends, girlfriends, old friends. When the planes hit the Twin Towers, as far as I know, none of the phone calls from the people on board were messages of hate or revenge – they were all messages of love. If you look for it, I’ve got a sneaking suspicion… love actually is all around.”

from love actually

 
 

Karanlık Yerlerde Bütün Diğer Işıklar Söndüğünde Earendil’ın Işığı Sana Işık Olsun…


Bu sabah aklımda bu cümle ile uyandım. Gerçi uyuyorum ama buna uyumak denilirse. Yorgunluktan, çaresizlikten gözlerim kapanıyor ama zihnin günün kalıntıları ile dolu. Söküp atamıyor. Hayatım boyunca karmaşadan nefret ettim ama yaşam bana karmaşık oyunlar sunmaktan çekinmedi. Hele bu sonuncusu diğerlerini mumla aratır oldu. Tez yazarken bile bu kadar zorlanmadım. Saçlarımdaki ilk beyazları da ben bu süreçte gördüm. Ama ışık sonunda ulaştı. Earendil’in ışığı…Tekrardan ayağa kalktım. Bu günler de bitecekti. Ve sonrasında ben bu günleri hatırlayacaktım. Ama nasıl hatırlayacağım bilemiyorum: Gülerek mi Ağlayarak mı?
Beni bu zor zamanlarımda ayakta tutan en önemli gücün dostlarım olduğunu bir kez daha gördüm. Bir sos reklamında arkadaşların bizim seçtiğimiz kardeşlerimiz olduğunu söylüyor ya bu benim için çok doğru bir laf. Bu bakımdan kendimi çok şanslı görüyorum. Ne zaman başım derde girse ya da ne zaman mutluluk sarhoşu olsam bir yerlerde bunları benimle paylaşabilen dostlarımın olduğunu bilmek büyük bir talihin göstergesi değil midir. Gerçi milli piyango’dan ikramiye kazanmakta güzel olur doğrusu şu zor günlerde ama ben zaten sahip olduğum dostlar ile hayatın büyük ikramiyelerinden birini kazanmış durumdayım.
Neyse efendim dostluk angelic’e göre en iyi nerede anlatılmıştır tabiki sos reklamında değil, abartmayalım, baş ucu kitabım Yüzüklerin Efendisi’nde ve tabiki de serinin ilk ve benim için en özel kitabı olan Yüzük Kardeşliği’nde. Dostluk… Samwise Gamgee gibi dostunu yeri geldiğinde sırtında taşımak, Pegerin Took gibi en umutsuz anlarda onlar için ümidin tükenmediğini düşünmek, Legolas Greenleaf ve Gimli gibi farklılıklarımıza rağmen bilindik ve bilinmedik düşmanlara karşı mücadele edebilmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama benim ilk etapta aklıma gelenler bunlar oldu.
Bir yazıyı daha bilgisayara bakmaktan sulanmış gözlerimle sonlandırırken Earendil’in ışığını var eden tüm dostlarıma teşekkürlerimi sunuyorum. İyi ki varsınız.
 

Rüyalarım… Ve Yol Arkadaşım Heart


Son günlerde MTV’den yeni bir şarkı keşfetme, dinlenecek eli yüzü düzgün bir grup ve şarkıcı bulma çalışmalarım nafile bir çaba olmadan öteye gidemedi. Hal böyle olunca eskilere daha da sıkı sarıldım. Zaten takıntılı olduğum bazı gruplar, albümler vardır. Seneler geçse de onların yeri değişmez. İşte onlardan biri de Heart’dır. Zamanında TRT-3’ün bana yaptığı en büyük iyiliklerdendir. Seneyi tam olarak hatırlamasam da 80’lerin sonu 90’ların başı olduğunu tahmin ediyorum. Heart’ın arka arkaya video kliplerini yayınlamışlardı. O gün bu saçları aşırı kabarık bayanlara ve söyledikleri şarkılara hayran olmuştum. Söylediklerinden o vakit İngilizce bilmediğimden  hiç bir şey anlamamıştım ama o melodi, hele ki Alone’ın başındaki solo beni benden almıştı. Sonrasında da Bon Jovi ile başlayan Metallica’ya kadar uzanan fanatik hayranlık maceralarının arasında Heart’ı hiç unutmadım. Güç zamanların kurtarıcısı (Bkz. Alone ile yapılan uzun ağlama seansları) dile getirilemeyen duyguların tercümanı  (Bkz. Şimdi olduğu gibi These Dreams) oldu. Tabi bir de Barracuda ile doyasıya tepinmenin lügatımdaki karşılığı.
Heart  her ne kadar 80’li yıllarla özdeşleşmiş olsa da kökleri daha da geriye dayanan bir grup. Barracuda’nın yer aldığı 1980 öncesindeki çalışmalarına hafiften kulak kabartmanızı tavsiye ediyorum. 80’lerden sonra hafiften inzivaya çekilmiş olsalar da yeni albümleriyle güzel bir dönüş yaptılar. 50’li yaşlarını çoktan devirmiş olan bu iki bayan yine sahnede devleştiler. Özellikle American Idol’daki performansları parmak ısırtacak cinsten. Ve bir de yaşadığı kilo problemi nedeniyle zamanında müzik şirketleri nedeniyle kliplerde sadece yüzü gösterilen Ann Wilson’un artık olduğu gibi arzı endam etmesi beni ayrıca mutlu etti. Bu konuda yol kat ettik sanırım. Misal, Beth Ditto  moda dergilerine kapak olabiliyor. Aslında normal olan da bu, geçmişteki uygulamalar mantık dışı. Umarım fiziksel özellikleri nedeniyle bu güzelim seslerin yolları tıkanmaz. Görüntü de önemli ama gerçek müzikseverler sesi istiyor ambalajdan, paketten önce. O nedenle artık bugün etten, saçtan yarın muhtemelen sütten yumurtadan elbiseleriyle dolaşacak olan Lady Gaga’dan fenalık gelmiş durumda.
Neyse bana müsade. Sizi Heart’ın en anlamlı parçalarından birinin sözleriyle başa başa bırakırken artık mekana yeni bir yazar daha eklendiğini  de müjdeleyim. Gerçi siz onu çoktan gördünüz. Beni amatör yazılarımın yanında artık müzik konularında işin ehli Nix’den bir kaç satır okumak hepimizi mutlu edecektir.
Görüşmek üzere
Spare a little candle
Save some light for me
figures up ahead
Moving in the trees
White skin in linen
Perfume on my wrist
And the full moon that hangs over
these dreams in the mist
Darkness on the edge
Shadows where I stand
I search for the time
On a watch with no hands
I want to see you clearly
Come closer than this
But all I remember
Are the dreams in the mist
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
Is it cloak ‘n dagger
Could it be spring or fall
I walk without a cut
Through a stained glass wall
Weaker in my eyesight
The candle in my grip
And words that have no form
Are falling from my lips
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
There’s something out there
I can’t resist
I need to hide away from the pain
There’s something out there
I can’t resist
The sweetest song is silence
That I’ve ever heard
Funny how your feet
In dreams never touch the earth
In a wood full of princes
Freedom is a kiss
But the prince hides his face
From dreams in the mist
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
Meraklısına:
Heart Albümleri
 
1976: Dreamboat Annie
1977: Little Queen
1978: Magazine
1978: Dog and Butterfly
1980: Bebe le Strange
1982: Private Audition
1983: Passionworks
1985: Heart
1987: Bad Animals
1990: Brigade
1993: Desire Walks On
2004: Jupiters Darling
2010: Red Velvet Car
Ayrıca Nancy Wilson, Cameron Crowe’ın filmlerinin muhteşem soundtracklerinin gizli kahramanıdır 😉
 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 14, 2010 in Heart, Müzik, mekan sahibinin sesi

 

Let the Sunshine in…


Evim evim güzel evim.Üç günlük tatil için de bile olsa eve dönmek güzel. Evet son zamanlarda blogu biraz ihmal ettim ama haklı nedenlerim vardı. Neyse o sorun olan nedenlerden bir kısmı ortadan kalkmak üzere. Tezi yazmak bir dert, savunması ikinci dert, düzeltmesi üçüncü dert, sanırım teslimi ise dördüncü dert olacak. Bunun yanında hengameli iş yaşantım da son sürat devam ediyor. Yoruldum demekten korkuyorum. Eğer bunu dersem beni ayakta tutan son enerji kırıntıları da uçup gidecek. Neyse mekan sahibinin bitmek bilmeyen dırdırını kimse dinlemek istemez sanırım.
Çarşamba’dan beri Hair müzikalinin o çok sevilen ve bilinen şarkısı dilime yapıştı. İşe doğru gitmek için kapadokya sokaklarını arşınlarken yağan yağmurun kokusu, üzüm asmalarının sararan yaprakları, uğultusu duyulan rüzgar, yetiştiremediği iş güç nedeniyle yüzü asılmış, neşesi kaçmış, adam akıllı uyuyamış benim aklıma let the sunshine in’i düşürdü. Bir yandan mırıldanıp bir yandan kısa bir zaman yolculuğuna çıktım. Ortaokul sıralarında bir öğretmenimin varlığı ile Hair’den haberdar olmuştum. Nasıl da güzel anlatmıştı. Büyülenmiştim adeta. Ama anlayamamıştım niçin yasaklanmıştı, barışı savunan bir eser neden yasaklanır dı? Bu soruların cevaplarını ise ilerleyen yıllarda bulacaktım ama o gün dinlediklerim bazı kapıların açılmasına neden oldu.
Velhasıl zaman makinesi günümüze çevirecek olursak müzikalin bir sahnesinde dediği gibi hayatım bonoların, hisse senetlerinin arasında geçse de inatla let the sunshine in…

We starve-look
At one another
Short of breath
Walking proudly in our winter coats
Wearing smells from laboratories
Facing a dying nation
Of moving paper fantasy
Listening for the new told lies
With supreme visions of lonely tunes

Somewhere
Inside something there is a rush of
Greatness
Who knows what stands in front of
Our lives
I fashion my future on films in space
Silence
Tells me secretly
Everything
Everything

Manchester England England
Manchester England England
Eyes look your last
Across the Atlantic Sea
Arms take your last

embrace
And I’m a genius genius
And lips oh you the
doors of breath
I believe in God
Seal with a righteous kiss
And I believe that God believes in Claude
Seal with a righteous kiss
That’s me, that’sme, that’s me

The rest is silence
The rest is silence
The rest is silence
Our space songs on a spider web star
Life is around you and in you
Answer for Timothy Leary, dearie

Let the sunshine
Let the sunshine in
The sunshine in
Let the sunshine
Let the sunshine in
The sunshine in
Let the sunshine
Let the sunshine in
The sun shine in…

 
 

Elizabethtown… Beş Yıl Önce Beş Yıl Sonra


Ekim… Yılın en sevdiğim ayı. Bu durumun ortaya çıkmasında gözlerimi bu ayda dünyaya açmamın etkisi büyük olsa da Ekim’e karışan yoğun melankolinin de payı var. İç hesaplaşmaları, bir türlü yanıtını bilemediğim soruları kapımdan içeriye davet etse de yılın bu ayını, sararmış yaprakları, hafifçe üşüyen elleri ve sokaktaki belli belirsiz kestane kokusunu seviyorum. Bir yanım yapılması gereken işlere başlamam gerektiğini kulağıma fısıldasa da bir yanım kokusu hafif hafif odamı dolduran bir fincan kahve ile birlikte sararmış sayfaların içinde kaybolmayı, film karelerini tekrar başa sararak biriktirilmiş onca anıyı kah sevinerek kah üzülerek hatırlamayı, tozlu fotoğraf albümlerinde geçmişin izini sürmeyi istiyor.
Peki ben ne mi yapıyorum ya da daha doğrusu ne mi yaptım? İlerleyen günlerde iş yoğunluğu altında ezilip gideceğimin farkında olsam da bu aya karışmış hüznün tadını çıkarmaya karar verdim. Nereden başlayacağımı bilemez durumdayken hasta olan kişinin doktor ayağına gelir misali karşıma uzun zaman önce izlediğim Elizabethtown filmi çıktı. Kadim dostum Miriel ile birlikte, yaşadığımız onca hayal kırıklığını ceplerimize doldurarak, sinema parasını güç bela denkleştirebilen yeni mezunlar olarak bu filmi izlemek için Kızılay Büyülü Fener Sineması’nın koltuklarına kendimizi bırakışımızı daha dün gibi hatırlarım.Bu film çoğu kişi için orta karar bir filmdi ama içinde bulunduğumuz yol ayrımında itiraf edemesek de bizlere çok şey anlatmıştı. Başarı, başarısızlık, güç, mutluluk, yaşam, sevgi, aşk ve de yollar…Kendimizi bulabilmek için tüm cesaretimizi toplayıp yola ilk adımı atmamız gerektiğini de o zaman anlamıştık. Filmden sonra ne kadar çok konuşmuştuk gelecek, hayaller üzerine, yol ve yolculuk kavramları üzerine. Kısa bir süre sonra hayatın bana hazırlamış olduğu süprizler nedeniyle yaşamımın büyük bir kısmının yollardan ibaret olacağını nereden bilebilirdim ki? O günden beri bir yandan yolun bana anlattığı hikayeleri dinlerken bir yandan da  ona yeni hikayeler daha doğrusu kendi hikayelerimi anlatıyorum.
Elizabethtown filminin DVD’si elime geçince tıpkı  eski bir dostla karşılaşmanın sevincini hissettim.Neredeyse beş yıl olmuş. Hafızamın derinliklerinde tuttuğum anılar bir bir su yüzüne çıkarken doğrusu filmin ben de yine aynı tadı bırakıp bırakmayacağını merak ettim.  Bilgisayarın başına kurulup, DVD’yi yerine yerleştirdim. Bu sefer farklıydı. Filmin eyleme geçirmek yerine yaşanmışlıklara ayna tuttuğu fark ettim. Değişmeyen tek şey ise Claire’di. O yine bildik Claire’di. Karşılık beklemeden değer verdiği insanlar için çırpınan, insanın yüreğine dokunan ama yerinde saptamalar yapan, başka birisi olmayan sadece ve sadece kendisi olan Claire…
Fark ettim ki hayatımda bazı şeyler bitmiş, bazı şeyler başlamış, zorluklar, sevinçler, mutluluklar, hüzünler, hayal kırıklıkları ile dolu günler geçmiş…. Eskisi kadar olayların, kişilerin ve durumların beni etkilemediğini, tecrübelerin de etkisiyle en olmadık ihtimalin gerçeğe dönüşebileceğini, en muhtemelin imkansızlaşabileğini gördüm. Kısacası Peter Pan olmaya niyetlenmiş olsam da ben büyümüşüm.
Uzun lafın kısası bu filmin zamanlaması tıpkı Amelie’de olduğu gibi benim için bir dönüm noktasına gelir. Elizabethtown sinemasal anlamda çok da başarılı bir film değildir, kusurları vardır ama anlattıkları,  özellikle de kendim gibi olmaktan korkmamam gerektiğini gösterdiği için yüreğimde yeri özeldir. Sanırım öyle de kalacak.

Claire’in de dediği üzere

“I ‘m impossible to forget but I’m hard to remember”

 

Sense and Sensibility: Sağduyu ve Duyarlılık…


Nereden başlamalı bilmiyorum. Mart’tan beri bu mekânda düzenli (!) aralıklarla kendi çapımda bir şeyler yazıp duruyorum. Geçenlerde yazdıklarıma şöyle bir göz ucuyla baktım da Jane Austen’den hiç bahsetmemişim. Oysa Jane Austen kitap kulübünün demirbaşı sayılırım. Genç yaşta Jane Austen ile tanışmam nedeniyle aşk meşk konularına çoğu kişinin aksine garip bir pencereden bakıyorum, bakmayı da inatla sürdürüyorum. Karşılaştığım her durumu bir Jane Austen hikayesi ile özdeşleştirmem işin cabası. Açıkçası Mr. Darcy, Mr. Knigtley, Albay Brandon vb. varlıklarına inanıyorum.
Neyse gelelim Sağduyu ve Duyarlılığa. Jane Austen kitapları arasında bir sıralama yaparsam Gurur ve Önyargı ile Emma’dan sonra üçüncü sıraya Sağduyu ve Duyarlılık’ı koyarım. Zamanında kötü çevirilerden bıktığım için orijinal dilinden büyük zevk alarak okumuş, özellikle iki kız kardeşin (Elanor ve Marianne) zıt karakterlerinin bu kadar ortaya güzel konulması karşısında şapkamı çıkarmıştım. Yan karakterler Gurur ve Önyargı’daki kadar iyi olmasa da bu kitapta da iyiydi. Albay Brandon ise tüm bunları tamamlayan aslında kitabın en can alıcı öğesiydi. Başlarda sayfalar arasında sıkışıp kalsa da Albay, sona doğru deyim yerindeyse sazı haklı olarak eline almıştı. Jane Austen kitaplarının sevdiğim yanı da sayfalar ilerledikçe kıyıda köşede kalmış parçaların aslında hikâyenin bel kemiğini oluşturduğunu anlamamız. Bir nevi Lost’u veya Heroes’u izlemek gibi bir şey. (Garip bir benzetme oldu farkındayım)
Neyse ben lafı daha fazla uzatmadan asıl konuya geleyim. Kitabını bu kadar sevmeme rağmen Ang Lee tarafından çekilen ve zamanında iyi övgüler alan filmini izlemek mümkün olmamıştı. Ta ki bayram tatilini fırsat bilip kadim dostum lebethron’un koleksiyonundan kaptığım DVD’sini izleyene kadar. Emma Thompson, Hugh Grant, Kate Winslet ve Alan Rickman gibi bir kadrodan zaten kötü bir şeyler çıksaydı büyük hayal kırıklığı olurdu. Bu izlemekten zevk aldığım oyuncular ile Ang Lee gibi başarılı bulduğum bir yönetmen bir araya gelince güzel bir roman uyarlaması ortaya çıkmış. Kitabı okurken kafamda canlandırdıklarımın çoğunu beyaz perdede görmek benim gibi sadık bir Jane Austen hayranını fazlasıyla memnun etti. Hatta Alan Rickman ve Emma Thompson kat kat daha fazlasını verdiler. İkisi de gözümde çok büyük oyuncular. İnsan her oynadığı karakterin etine, kemiğine, ruhuna bürünür mü… Oyunculukların yanı sıra mekan kullanımı, çekimler de başarılıydı ama 2005 yapımı Gurur ve Önyargı kadar başarılı değildi. 2005 yapımı o filmin görsel dili beni benden almıştır, almaya da devam ediyor. Onu geçebilecek bir Jane Austen uyarlaması çıkabilir mi? Bence çok güç. Ama bu film de başarılı. Hakkını yememeliyim. Gelelim öyküyü nasıl ele aldığına. Kitaba sağdık kalındığını söyleyebilirim ama kitabın ilk kısımları biraz hızlı geçilmiş gibi. Öyle saç baş yolduracak kadar büyük bir değişiklik yok. Kitapları filme alınan yazarların, yazdıkları kitapların tanınmayacak hale gelmesi lanetine karşı Jane Austen’in kısmen korunduğunu düşünüyorum. Uyarlamalarda çok büyük değişikliklere gidilmiyor. Tabi sözüm iğrenç Mansfield Park uyarlamasını kapsamıyor onu da hemen belirteyim
İşte böyleyken böyle… Kitabı okumamış olsanız da bu filmi en azından oyunculukları hatrına izleyin, pişman olmayacaksınız. Gökten düşen elmaların altında kalan ben, uykunun kollarına kendimi atsam iyi olacak. Ama yaşanan şu son gelişmeler karşısında Jane Austen’ın kapısını bir kez daha tıklatsam iyi olacak gibi 🙂
Görüşmek üzere