RSS

Kategori arşivi: tarih

Agora… Değişen Pek de Bir Şey Yok


Popüler şarkılara konu olan Agora, Antik Yunan’da geniş meydan anlamına gelen, genellikle etrafı idari birimlerle ve dükkânlarla dolu olan kimi zaman tiyatrolara kimi zaman ise ateşli politik tartışmalara sahne olan halka açık alan… Dilim döndüğünce Agora’yı böyle tanımlayabilirim ama burada bahsedeceğim tarihin bilinen ilk kadın filozofu Hypatia’nın hayatını konu alan Agora filmi. Filmin adı basitçe Hypatia olabilirdi ama Hypatia’nın hayatındaki dönüm noktaları Agora’da geçtiği için filme bu ismin verildiğini düşünüyorum. Hypatia adını filmden önce de duymuş olsam da tarihin tozlu sayfalarında hak ettiği yeri alamamış olan bu filozof aynı zamanda bilim insanı olan hemcinsim hakkında pek de derinlere inmemiştim. Gerçi şu anda da derinlere indiğim söylenemez ama kendimi filmi izlemeden önceki halimle kıyasladığımda konu hakkında daha fazla bilgi sahibi olduğumu söyleyebilirim.
Satır arasında belirttiğim üzere Hypatia bilinen ilk kadın filozof, M.S. 350’li yıllarda İskenderiye’de doğduğu varsayılıyor. Ömrünün sonuna kadar da İskenderiye’de yaşamış. Günümüzde eski görkeminden uzak derin bir uykuda olsa da İskenderiye, o zamanlarda bilimin kalbinin attığı sayılı şehirlerden birisi. Özellikle kütüphanesinin ünü çoktan şehrin sınırlarını aşmış, dünyanın en büyük kütüphanesi olarak nitelendirilmekte. İşte İskenderiye Kütüphanesi’nin bu sıfatlara nail olması için çalışanlardan biri de Hypatia. Rivayetlere göre şehre gelen yabancıların yanında getirdikleri kitapların bir kopyası hazırlandıktan sonra sahiplerine geri verilirmiş. Böylelikle Hypatia’nın yaşadığı dönemde kütüphanedeki kitap sayısı 700.000’i geçmiş.
Ancak o yıllarda artan sadece kütüphanedeki kitap sayısı değil. Hristiyanlık dalga dalga yayılmakta ama beraberinde kendi inancından olmayana karşı hoşgörüsüzlüğü de körükleyerek. Bu öfke, kin maalesef tek taraflı değil. Pagan inancına sahip olanlar da, Yahudiler’de huzur ve barış yerine körüklenen bu ateşi daha da harlıyorlar. Hypatia ise olanlara anlam veremiyor. Onun dünyasında insanlar tüm farklılıklarına rağmen barış içinde yaşayabilmelidir. Çünkü onları diğer varlıklardan ayıran düşünebilme yeteneğine sahipler. Ama insanların büyük bir bölümü Onun gibi düşünmüyor olacak ki daha sonraları da sıklıkla karşılaşacağımız din uğruna kan dökümü başlıyor. Toprak kana doymuyor, her defasında daha fazlasını istiyor. Kan yanında kültürü de bilimi de yutuyor. O ihtişamlı İskenderiye Kütüphanesi’nden geriye pek bir şey kalmıyor. Tüm bu olanlar Hypatia’yı derinden etkiliyor ve felsefeye, bilime daha fazla sarılıyor. Yüzünü gökyüzüne çeviriyor. Aradığı cevapların orada saklı olduğunu biliyor. Dünyanın şekli, dünya ve diğer gezegenlerin konumları hakkında tam da istediği cevapları bulmuş, bunları diğer insanlarla paylaşmaya hazırlanırken bir grup yobazın elinde son nefesini veriyor.
Günümüzde Hypatia’dan geriye kalan 13 ciltlik bir matematik çalışması olsa da tarihin solgun yapraklarının bir bir çevrilmeye başlanmasıyla aslında çağına etkisinin daha fazla olduğu gün ışığına çıkmaya başlıyor. Her ne kadar diğer eserleri İskenderiye Kütüphanesi’nin diğer hazineleri gibi karanlıkta yitip gitmiş olsa da gökbilim konusunda ortaya koyamadığı görüşlerine belki de buluşlarına, 10 asırdan daha uzun bir süre sonra başka bilim insanları tarafından hayat veriliyor. (Bkz.Galileo Galilei) Filmde üzerinde durulan noktalardan birisi de bu. İçinde bulunduğumuz sahneden birkaç saniyeliğine uzaklaşıp dönen dünyanın görüntüsü başta insana kopukluk hissi verse de Hypatia’nın kafasında canlandırmaya çalıştığı dünya görüntüsü sanırım buydu.

Film bittiğinde insanoğlunun bitmeyen kini, ihtirası -artık adına siz ne dersiniz deyin- nedeniyle yapamayacağı vahşiliğin olmadığı, bu vahşiliğin üstünün de bazen din, bazen milliyet, bazen politik görüşle vb. örtülmeye çalışıldığı bir kez daha anlaşılıyor. Bu kinin, öfkenin karşısında ise bizi biz yapan değerleri ayaklara altına alıp, karanlığı kendi ellerimizle hayatlarımıza sokuyoruz. Hypatia’nın öldürülüşünden sonra yaşanan gelişmeleri az çok hepimiz biliyoruz: Orta çağda bilimin, Batı’da ayaklar altına alınması; aydınlık yüzünü ise Doğu’ya çevirmesi.

Fark ettim ki filmi değil, tarihi anlatmışım. Film, bu kadar etkileyici bu kadar derin bir konuya sahip olunca ister istemez tarihin tatlı sularında yüzmek içten değil. Ancak bu güzel konunun filmde o kadar da iyi işlenemediğini görmek insanı ister istemez üzüyor. Bunun en büyük suçlusu da kim ne derse desin senaryo. Senaryo inanılmaz derecede kopuk. Sanki filmin içerisinde birbirinden bağımsız filmler izliyorsunuz. Ayrıca alıştırmadan birden pat diye İskenderiye Kütüphanesi’nin tahrip edilmesi seyirciyi hazırlıksız yakalıyor. Oysa bir anlatıcı çoğu şeyi çözebilirdi. Çünkü ben de dahil olmak çoğu kişi M.S 350-400 yıllardaki İskenderiye ve Hypatia hakkında çok az şey biliyordu. Bilgilendirme babında bir anlatıcının varlığı (bkz. Yüzüklerin Efendisi-Yüzük Kardeşliği-Galadriel) çok da iyi olurdu. Gelelim oyunculuklara. Rachel Weisz gerek güzellik gerekse de kabiliyet açısından beğendiğim aktistlerden birisi. Hypatia rolü için kendileri biçilmiş kaftan. Role iyi uyum sağlamış. Bunu filmde çok net görebiliyoruz. Kendisine Oscar ödülü getirmiş olan Arka Bahçe’den daha iyi bir oyunculuk sergilediğini söyleyebilirim. Ancak filmdeki diğer oyuncular için bunu söyleyemeyeceğim. Kastı kim yaptıysa ona buradan sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum. Özellikle Hypatia’nın kölesi Davus’i oynayan oyuncu çok yanlış bir seçim olmuş. Rol adeta birkaç beden büyük gelmiş kendilerine. Sadece Rachel Weisz’a bel bağlayıp böyle bir maceraya girişilmemeliydi çünkü eldeki senaryoda ortada. Bunların dışında kostüm ve set tasarımlarını başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Fazla abartıya kaçılmadan dönemin ruhu yansıtılabilmiş. Müzikler ve filmin müzikle ahengi de iyiydi. Özellikle Hypatia’nın gökyüzüne bakarken fonda beliren müzik etkileyiciydi.
Eğer filmin başarısı, anlattığı konuyla ilgili olarak seyirciyi filmden sonra tarihin tozlu sayfalarında ufak bir araştırma yapmaya zorlamasıyla ölçülecekse kendi açımdan Agora başarılı bir filmdi. Hypatia’nın aslında ilk kadın filozoftan öte olduğunu da bu film ve sonrasında yaptığım araştırmalar sayesinde öğrenmiş oldum. Hypatia, dünyaya sunacağı yenilikler varken böyle yobazların elinde ölümü tatmayı hak etmiyordu. Doğrusu o yenilikleri paylaşabilseydi dünyamız şimdi nasıl olurdu diye düşünmekten de kendimi alıkoyamıyorum. Ama üzerinden asırlar geçmiş olsa da kadın olarak kendini kabul ettirmek maalesef çok zor. Üzülerek söylüyorum ki Hypatia’dan bu yana değişen pek de bir şey yok… Bize kalan “Eppur Si Muove”
 
Yorum yapın

Yazan: Haziran 19, 2010 in hypatia, rachel weisz, sinema, tarih