RSS

Kategori arşivi: anime

İkinci Randevu: L’Illusionniste


Bu gün 23 Mart ve halen bloglara ulaşılamıyor. Yapboz tahtasına döndü. Bir açılıyor bir kapanıyor blogspot. Neyse artık daha fazla konuşup enerjimi tüketmek istemiyorum. İstedikleri buysa evet oldu. Sevinebilirler.

Dün akşam Sylvain Chomet’in son filmi L’Illusionniste’i yani Sihirbaz’ı geç de olsa izleyebildim. Bu ikinci randevumuzdu Sylvain Chomet ile. İlkini bilenler bilir (Belleville’de Randevu). Hollywood’un mükemmelliği öven animelerinden sonra Belleville’de Randevu filmi gerek konusu gerekse de hikâyeyi taşıdığı gri dünyası bezgin ve yorgun suretleriyle ben de hayranlık uyandırmış, en sevdiğim animasyonlar arasında baş köşelerden birine yerleşmişti. Haliyle Sylavin Comet ile ikinci randevu için sabırsızlanıyordum.

Sihirbaz, ünlü Fransız sanatçı Jacques Tati’nin 1956 yılında yazmış olduğu ancak beyazperdeye aktaramadığı senaryosundan yola çıkılarak çekilmiş bir animasyon filmi. Filmimiz kahramanı orta yaşlarının sonunda Fransız bir sihirbazdır. Ekmek kavgası Onu Fransa’dan İngiltere’ye sürükler. Bir gün gösterilerini yapmak için uğradığı İskoçya’nın küçük bir kasabasında küçük bir kızla tanışır. Küçük kız kaldığı otelin temizliğini yaparak hayata tutunmaya çalışmaktadır. Sihirbazın yaptıklarını gerçek bir sihir olarak görür ve onunla birlikte Edinburgh’a gelir. Gel zaman git zaman mevsimler değişir, insanlar değişir…

Jacques Tati bu senaryoyu kızına adamış, bitmek bilmez koşuşturmaları nedeniyle ihmal ettiğini düşündüğü kızına. Bu suçluluk duygusunu filmin tamamında görmek mümkün… Filmin diğer bir dikkat çekici özelliği ise toplam 5 dakikayı geçmeyen diyaloglar ile koca bir öykünün anlatılabilmesi. Yabancı dil bilmeyen birisi rahatlıkla bu filmi anlayabilir. Sadece son kısmında tercüme gerekebilir. (Gerçi okuduklarıma göre onu da film festivalinde yanlış çevirmişler L) Ayrıca çizimler Belleville’de Randevu’ya kıyasla daha iyi. Özellikle İskoçya köyü ve Edinburg o kadar güzel resmedilmiş ki, insanın içinde yaşayası geliyor. Yine Belleville’de Randevu’da olduğu gibi film yan karakterler ile zenginleştirilmiş. Kukla oynatıcısı ve palyaçonun hikâyesi yüreğimi sızlattı. Sanırım sürekli olarak “Up Up” diyerek ortalıkta hoplayan zıplayan akrobat kardeşlerin halleri ise yüzümü güldürdü. Hırçın tavşandan, sarhoş İskoçyalı ’ya kadar o kadar çok ayrıntı vardı ki filmde, bu haliyle Hayao Miyazaki’nin animelerini anımsattı bana.

Uzun lafın kısası Sihirbaz hep aynı animasyon filmlerini izlemekten sıkılanlar ve ayrıntı düşkünleri için kaçırılmaması gereken bir film. Belki konu çok durağan olabilir ama işleyiş tarzı o kadar güzel ki… Yüzünüzde tebessüm, yüreğinizde hafif bir sızı ile kalıyorsunuz filmin sonunda. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bu film izlenmeyi fazlasıyla hak ediyor. Şimdiden iyi seyirler. Ve ayrıca:

Magicians do not exist”

 
Yorum yapın

Yazan: Mart 23, 2011 in anime, sinema

 

Etiketler: , ,

Karanlıktan Korkar mısınız? Gece ve Pisiler…


Korkular, yedimizde de yetmişimizde de yanı başımızdalar. Adeta gölgemiz gibi. Nereye gidersek arkamızdan onları da sürüklüyoruz. Yaşlandıkça şekil değiştirseler de, başka adlarla anılsalar da onlar hep mevcut. Sanırım öyle de kalacaklar.
Peki çıkış noktası neydi bu korkuların? İlk neden korktuk, çocukluğumuzda nelerden korkardık? Çoğumuz ağız birliği yapmışcasına karanlıktan korktuğunu söyleyecektir. Evet ben de korkardım karanlıktan. Çünkü karanlık gizdi. Belki o gizin içerisinde yatağımın altına canavarlar saklanmıştı. Nereden bilebilecektim bunları. Bu soruya mantıklı bir yanıt bulana kadar uykumdan çok fedakarlık etmişliğim, lambaları açık bırakmak suretiyle elektrik idaresini zengin etmişliğim vardır. Ama sonra bu korku yerini yenilerine bırakarak çekip gitti uzaklara. Ve ben bir zamanlar karanlıktan korktuğumu bu gece izlediğim Gece ve Pisiler ya da orjinal adıyla Nocturna’yı izleyince hatırladım.
Tıpkı benim gibi Tim’de karanlıktan korkan bir çocuk. Tim, bir yetimhanede kalıyor. Yetimhanede hayat şartları çetin ama o hayata sıkı sıkı sarılmaktan vazgeçmiyor. Ah bir de şu geceler olmasa…. Karanlıktan korkan Tim, ancak yatak odasının penceresini açabildiğinde uykuya dalabiliyor. Çünkü yıldızı ve diğer yıldızlar onun karanlığına bir nebze olsun ışık tutabiliyor. Ama bir gece o yıldızlar teker teker kayboluyor ve o gece Tim, Kedi Çobanı ile tanışıyor. Sonrasında Nocturna’nın varlığından haberdar oluyor. Ve sabahları saçlarımızın savaştan çıkmış gibi darmadağın olmasından, geceleri uyumamıza bir türlü izin vermeyen fısıltıların kaynağına kadar pek çok şeyin nedenini öğreniyoruz. Ancak Nocturna’nın geleceği tehlike içerisinde. Tim harekete geçmezse tatlı uykularımıza ilelebet elveda demek zorunda kalacağız.
Kısacası filmin konusu böyle. Gece ve Pisiler, 2007 yılı İspanya yapımı bir animasyon. Avrupa’da animeler genellikle Fransızların tekelinde olsa da İspanya’dan böyle başarılı bir yapımın çıkmış olması şaşırtıcı . Teknik açıdan da gayet başarılı bir film. Geceyi anlatmak zordur ama filmde öyle bir resm edilmiş ki güneşin doğmasını hiç mi hiç istemiyorsunuz.Tim zaten tüm şirinliği ile ekranda. Bir an için onu kucaklamak istiyorsunuz. Gerçi benim favori karakterim gülen kedilere olan zaafiyetim nedeniyle (Bkz. Alice Harikalar Diyarı’nda) Kedi Çobanı oldu ama her karakter üzerinde emek sarf edildiği açıkça görülüyor.
Kısacası Gece ve Pisiler, karanlığın masalı…DVD’sinin kapağında Ali Ulvi Uyanık’ın dediği gibi “Büyülü ve unutulmaz bir düş”  Bu düşe ortak olmak, o eski korkuları kah gülerek kah üzülerek hatırlamak içinse biçilmiş bir kaftan. Eğer hayatın günlük koşuşturmasından 80 dakikalığına da olsa kopmak istiyorsanız Gece ve Pisiler sizi bekliyor. Beni de şu an tembel kedim bekliyor. Uyku vaktim gelmiş. Bir an önce uyumamı istiyor çünkü kendisi de uyumak istiyor. Eh filmi izleyenler olursa bu son yazdıklarımı anlarlar 🙂
Bana müsade. Pisilerle dolu İyi Geceler 🙂
 
 

Berusaiyu no bara… Ya da eski bir dost


Sıcaklar yavaş yavaş bitiyor mu yoksa bana mı öyle geliyor? Bilindik telaşlar ve üstüne sıcaklar eklenince, blogtan biraz da olsa elimi eteğimi çektim ama görüldüğü üzere fazla da ayrı kalamadım. Gezi yazılarına ufak bir mola verip, mekan sahibi olmanın dayanılmaz hafifliğine kapılıp bu aralar neler izlediğimden, neler dinlediğimden, neler okuduğumdan kısacası biraz benden bahsetsem iyi olacak.
Uzun bir aradan sonra tekrardan ciddi ciddi anime izlemeye başladım. Ciddi ciddi anime izlemek ne demek diye sorarsan, mekân sahibinin lügatında her gün en azından bir bölüm izlemek, üzerine kafa yormak, yapılan yorumları okumak ve arkadaşlarla ile tartışmak şeklinde bir karşılık bulunabilir. Bir haftadadır Orijinal adı Berusaiyu no bara olan bizde yanlış hatırlamıyorsam evvel zaman içinde Oscar adıyla gösterilen İngilizce adı Rose of Versailles olan animeyi izliyorum. Fransız ihtilalini ve öncesini anlatan, başkahramanı dışında diğer karakterlerin genellikle gerçek kişilerden oluştuğu, haliyle buram buram tarih kokan bir anime. Yayımlandığı yıllarda başta Japonya olmak üzere pek çok ülkede geniş bir hayran kitlesi edinmiş. İzledikçe bunun boşuna olmadığı anlıyorum. 1979 yılının imkânlarını düşündüğümüz zaman eldeki olanaklar ile teknik olarak ortaya bu kadar güzel bir işin çıkmış olması insanı hayrete düşürüyor. Seyirciyi çok güzel yakalıyor anime. Yani sizin hissettiğiniz duyguları eş zamanlı olarak ekrana yansıtabiliyor. (En azından benim için öyle) Sanırım bu nedenle çok sevildi. Tabi bir de öykünün dolu dolu olması, detayların atlanmaması, güzel müzikler… İşte tüm bu nedenler birleşince Berusaiyu no bara bir klasik oluyor, bize de uzun zaman önce bölük pörçük izlediğimiz bu animeyi tekrardan izlemek düşüyor. Umarım anime dünyasındaki bu çeşitlik devam eder ve günün birinde bizim tarihimizi anlatan animeleri de ekranda görürüz. İçimden bir ses bunun pek de uzak olmadığını söylüyor.
Görüşmek üzere.

Meraklısı için Berusaiyu No Bara’nın açılış şarkısı

kusamurani namo shirezu
saiteiru hana narab
tada kaze wo ukenagara
soyoide ireba iikeredo
watashi wa bara no
sadame ni umareta
hanayakani hageshiku

ikiro to umareta
bara wa bara wa
kedakaku saite
bara wa bara wa
utsukushiku chiru
——————————-
flowers without names
blooming in the field
can just sway in the wind
but i was born
with a destiny of roses
born to live in
glory and passion
roses, roses (they)
bloom in dignity
roses, roses
(they) fall (scatter) in beauty
Kaynakça:
-www.anime.gen.tr
-www.eksisozluk.com
 

Son Hava Bükücü’den Bize Kalanlar


James Cameron Avatar ismini önce kapmış olmasaydı, filmin ismi büyük ihtimalle sadece Avatar olacaktı. Ama biz Aang’i son hava bükücü olarak tanıdık, sevdik. Sanırım filmin en fazla sevdiğim tarafı ismi oldu. Hikaye delik deşik edilmiş olsa da adına en azından sağdık kalınmış. Animesinin fanatik bir hayranı olarak çok büyük beklentiler içerisine girmesem de bu yıl vizyona girmesini sabırsızlıkla beklediğim film şüphesiz buydu. Bir Cuma gecesi işten sonra, apar topar sinemanın yolunu tutmam da bunun bir göstergesi olsa gerek.

Sıfır beklentiyle sinemadan içeri girdim. Sevenlerinin affına sığınıyorum ama Night Shyamalan’ın bu projenin içerisinde olduğu duyduğum anda animenin yanına bile yaklaşamayacak bir filmle karşılaşacağımızı düşünmüştüm. Haksız da çıkmadım. The Village dışında bu adamın filmlerinden pek fazla haz etmedim, etmiyorum da. Sonrasında yönetmen şokunun üstüne bir de cast şoku eklendi. Su ulusunu canlandıracak oyuncuların animedekilerle uzaktan yakından bir alakası yoktu. Zuko’yu hiç söylemiyorum bile.
İşte tüm bu olumsuzluklar birbirine eklenince sinema salonunda Zindan&Ejderha tadında bir uyarlamanın başlamasını bekliyorsunuz. Film başlar başlamaz daha ilk sahnede Night Shyamalan’a güzel temennilerimi sundum. Açılış sahnesi bu anime için çok önemli. Öykünün kilit noktası orada anlatılıyor. Animede o kadar şiirsel anlatılmış, o kadar estetik ki film de bunları göremeyince Zindan&Ejderha’yı mumla arayacağımı kara kara düşünmeye başladım. Ama devamı en azından o kadar da kötü gitmedi. Özellikle bazı su bükme sahneleri son derece güzeldi. Benzer şeyleri toprak bükme sahneleri için maalesef söyleyemiyeceğim. Aynı yapım ekibi ve aynı yönetmen ile ikinci film çekilecekse şimdiden söyleyeyim toptan hapı yuttuk demektir. Çünkü ikinci kitap toprak bükme üzerine kurulu ve filmdeki toprak bükme sahneleri B tipi Hong Kong filmlerinden kat kat kötü.
Oyunculuklara gelecek olursak kötülerin içerisinde en iyisi Zuko’yu canlandıran Dev Patel’di. Genel görüşe ben de katılıyorum. En azından bazı sahnelerde rol kesebilmiş bu arkadaş. Aang’i canlandıran arkadaş ise şüphesiz dram türünde bir filmde oynasaymış çok daha başarılı olurmuş. Animede bir çok zorlukla baş etmesine rağmen yüzünden gülücük, aklından hınzırlık eksik olmayan Aang filmde çok somurtkan bir karakter olarak çizilmiş. Bu hali aynı zamanda kendi kendimi sorgulamama da neden oldu. Aslında ne kadar da yalnızmış Aang, aslında ne büyük acıları varmış. Haliyle daha önce bunları düşünemediğimden dolayı kendimden de utandım.
Diğer oyuncular için ise boşu boşuna bir şeyler yazıp, zamanımı harcamak istemiyorum. Hikayeye gelecek olursak bağlantıların çok zayıf olması ilk göze çarpan kısımı. Diğer bölümlere ışık tutacak bazı olaylara çoğunlukla hiç değinilmemiş. Bölük pörçük anlamsız bir karma ortaya çıkmış. Animenin ilk iki bölümü ile son iki bölümü epeyce kullanılmış ama orta bölümlerden ses seda yok. Ama şanslıyım ki birinci kitabın en sevdiğim kısmı, filmin animeye en sağdık kalınarak çekildiği kısmı olmuş. O nedenle filme biraz da olsa kanım ısındı. Şaşırtıcı şekilde müzikler ve müzik kullanımı bayağı iyiydi.
Uzun lafın kısası Avatar: Son Hava Bükücü, kötü bir şekilde beyaz perdeye yansımış olsa da son yılların en iyi animelerinden birisi. Diğer animelerden farklı olarak çok zengin bir birikimin üzerine inşa edilmiş. Animeyi seyretmeyenlerin filmi beğenmelerinin nedeni de bu. Ancak bu birikim film de yeterince iyi anlatılamamış. Yönetmen, yapımcılar ve oyuncular gibi bir sürü etken var bu olumsuzluğu yaratan. Bu nedenle filmle yetinilmeyip animenin seyredilmesini herkese tavsiye ediyorum. Umarım ikinci filmde başka bir cast ve yönetmen koltuğunda başka bir kişi görürüz. Benim gönlümden geçen hep Ang Lee olmuştu. Siz ne dersiniz?
 

Komşum Totoro Neredesin?


Hayao Miyazaki, bana göre düşlerin efendisi, hayallere hayat veren usta. Belki bazılarına göre eserlerinin kusurları olabilir ama benim kendisine duyduğum saygı sanırım gözlerimi kör etti. Fanatikliğim nedeniyle üstad Miyazaki’nin eserlerinin kusursuz olduğunu düşünüyorum.
Çoğu Miyazaki sever gibi serüvenim Heidi ile başladı sonra Gökteki Kale, Totoro… Ama nedendir bilinmez üstadın eserleri arasında Totoro ve Howl’un Yürüyen Şatosu’na karşı ayrı bir düşkünlüğüm var. Son günlerde yurdumun en soğuk iline yolu düşen ben, kaldığım kuş uçmaz kervan geçmez yüksek rakımlı yeşili bol yerde Totoro’nun yolunu gözler oldum.
Geçen yıl sorunlu günlerimin derde deva iksirlerinden biri de şüphesiz Hayao Miyazaki’nin animeleriydi. Bu biraz da televizyonun sayesinde oldu. Çünkü TRT Çocuk, açılış şerefine 2009 senesinde bizi Hayao Miyazaki’nin animelerine doyurdu desek yalan olmayacak ancak sonu çabuk geldi. Ama imdadıma doğum günüm arifesinde bin bir güçlükle alabildiğim DVD’ler yetişti. Her ne kadar Howl’un Yürüyen Şatosu’na sahip olmasam da eve Totoro ile dönmenin mutluluğu paha biçilemezdi.
Gelelim Sevgili Komşum Totoro’ya . Komşum Totoro (Orijinal adı Tonari no Totoro), Hayao Miyazaki’nin 1988 yapımı bir animesi olup, annelerinin rahatsızlığı nedeniyle babaları ile birlikte Japonya’nın kırsal kesminde yeni bir yaşantıya başlayan iki sevimli kız kardeşin bu yeni yaşantılarındaki ilk adımlarının öyküsünü anlatıyor. Millattan önceki yazılarımdan birinde başlangıçların ne kadar da zor olduğundan bahsetmiştim. Başlangıçlar bu iki kız kardeş için de zor. Ama orman bu zorlukları biraz da olsun çekilebilir kılan sihirli yaratıklar sunuyor tüm cömertliği ile. Ve karşınızda Totoro. Totoro’nun tozdan ibaret olduğu varsayılsa da o mucizeler yaratmaktan öte durmuyor. Kah uçuyor kah tohumları bir günde kocaman ağaçlara döndürüyor. Belki de en büyük mucizeyi gerçekleştiriyor: Umut etmeyi ve sevginin aslında tüm zorlukları aşmada en büyük silah olduğunu öğretiyor bu iki sevimli kıza.
Hayao Miyazaki, tadı damakta kalan bir hikâye paylaşıyor bizlerle. Totoro’ya ne oldu, kızlar onu tekrardan görebildi mi o noktalar meçhul. Aslında o boşlukları bizlerin doldurmasını bekliyor. Bana göre Totoro, bir müddet daha göründü ama sonra kızlar büyüdü ve görüntü kayboldu. Aynısı bizlere de olmadı mı? Büyüme telaşında hayali dostlarımızı bir başlarına bırakmadık mı?
Bazı şeyler zaman içerisinde değişirken bazı şeyler yerinde sayıyor. Totoro ise benim gözümde maalesef o değişmesini istemediğim şeyleri ifade ediyor. Filmin sonunda mutluluktan uçmam gerekirken bir hüzün bulutu çörekleniyor yüreğime. Yaşlandıkça yitip giden masumiyet mi, yoksa büyüdükçe kirlenen dünyamız mı beni üzen bilemiyorum.
 

Animeler Geliyor(muş): Üzülsem mi Sevinsen mi ?


Son yıllarda konu bulmakta sıkıntıya düşen Hollywood umudunu önce çizgi roman uyarlamalarına bağlamıştı. Batman, Superman ve Örümcek Adam dışında nadiren karşılaştığımız çizgi roman uyarlamaları son yıllarda patlama yaptı. Neredeyse sinema filmi olmayan çizgi roman karakteri kalmadı desek yanlış olmayacak. Ancak yapılan işlerdeki artış ne yazık ki bu işlerin kalitesine yansımadı. Batman dışında bir çoğu vasatın altında kaldı. Çizgi roman ile arası iyi olan bu blog yazarı bile bu filmleri seyretmez oldu.

Hollywood uyarlanacak başka çizgi romanlar bulamadığından olacak ki bu kez de gözünü animelere çevirdi. Geçen sene sevdiğim animeler arasında üst basamaklarda yer alan ve gözümde şimdiden efsane mertebesine ulaşmış Death Note’un yayın haklarının WB tarafından satın alındığını duymuştum. Bunu daha sonra Akira takip etti. Beyazperde.com’dan duyduğum kadarıyla bu kervana son olarak Bleach katılmış. Bu haberlere sevinsem mi üzülsem mi karar veremedim. Uyarlamalar nedense ben de hayal kırıklığı yaratıyor. Hemen bir parantez açayım Yüzüklerin Efendisi ve Batman’i(Batman Forever hariç tabi) ayrı tutuyorum bu sınıflandırmadan.

Jumper’dan, Zindan ve Ejderha’ya, Catwoman’dan Ejderha Mızrağı’na başarısız uyarlamalar birbir gözümün önünden geçiyor. Emeğe saygı duyuyorum ama uyarlamalarda biraz daha fazla çalışmak gerek. Yine Yüzüklerin Efendisi yine Peter Jackson örneğini vereceğim. Sonuç ortada. İlk filmin hasılatı çok rahat üç filmin maliyeti çıkarmıştı. Tanıdık karakterler beyazperdeye adam akıllı yansıtılırsa izleyiciler olarak hakkını veriyoruz. O nedenle sevdiğimiz bu animelerin, üzerinde enine boyuna çalışmalar yapıldıktan sonra sinema salonlarına taşınmasını istiyoruz. Beklemeye razıyız. Ne de olsa sayılı gün çabuk geçer.
 
Yorum yapın

Yazan: Nisan 15, 2010 in akira, anime, bleach, death note