RSS

Aylık arşivler: Aralık 2010

We are stardust, We are golden, We are billion year old carbon…


Geçenlerde aklıma cep telefonumun masa üstü fotoğrafını değiştirmek geldi.  Aslında böyle bir alışkanlığım yoktur. Aylardır Howl’un Yürüyen Şatosu ile mutlu mesut bir ilişkimiz vardı ama nedense görüntü o gün gözüme battı . Haliyle fotoğraf arşivini bir karıştırayım dedim ve çok uzun zaman önce kaydetmiş olduğum siyah beyaz bir Audrey Hepburn fotoğrafı gözüme takıldı. Dennis Stock tarafından 1950’li yıllarda çekilmiş, çok sade, çok masum ancak çok çarpıcı bir fotoğraf. Her ne kadar bu karenin ortaya çıkmasında Audrey Hepburn’un duru güzelliği önemli bir paya sahip olsa da deklanşöre basan üstadın yeteneğini de unutmamak lazım. Günümüzde her türlü teknolojik imkana rağmen böyle karelere nadiren rastlıyoruz. Bu fotoğraf  aklıma artık çöplüğe dönüşmüş vaziyette olan karman çorman arşivimdeki diğer Dennis Stock fotoğraflarını geldi. Vakti zamanında kaydedilmiş, sonrasında da hepsi unutulmuş…Hepsini bir araya getirdiğimde Dennis Stock  ilgili bir şeyler karalama, fotoğraflarından bir kaçını paylaşma isteği duydum.
Dennis Stock profesyonel fotoğrafçılık kariyerine 1940’lı yıllarda başlamış. Önce Amerikan Ordu’sunda çalışmış, daha sonra ise ünlü Magnum ajansına transfer olmuş. Magnum ajansında 1951-1954 yılları arasında tam zamanlı olarak çalışmış ve bu zaman zarfında hem kendisinin geniş kitleler tarafından tanınmasını sağlayacak hem de James Dean’in hafızalarımızda sonsuza kadar bir efsane kalmasına neden olacak enfes anları fotoğraflamış. Onun objektifine sadece James Dean poz vermemiş. Audrey Hepburn, Grace Kelly, Marilyn Monroe bu isimlerden sadece bir kaçı. Haliyle  bir süre sonra ünlülerin fotoğrafçısı olarak anılmaya başlamış. Ama ilerleyen yıllarda bu tanımlama onu sıkmış olmalı ki sıradan insanların aslında sıradışı hayatlarına çevirmiş kamerasını ancak Maymunlar Cehennemi gibi kült bir filmin setine uğramadan da edememiş. Sonrasında dünyanın farklı yerlerinde anı yakalama macerasına devam etmiş durmuş.
Şubat 2010 yılında aramızdan ayrıldığında ise 81 yaşındaydı.  Dünü, bugünü ve geleceği anlatan fotoğragfları bizlere armağan bırakarak göçüp gitti bu diyardan. Bu yazımda Dennis Stock’un 1950-1970’li yılları arasındaki çalışmalarına yer verdim. Her ne kadar cep telefonumun duvar kağıdını şu an Audrey Hepburn süslüyor olsa da ben kendilerinin en çok Venice Beach adlı fotoğrafını beğenirim. Takvim yaprakları 1968 senesini gösterirken Venice Beach Rock Festivali bu karede ölümsüzleşmiştir.  Bu fotoğrafa ne zaman baksam ordaymışım hissine kapılır, ideallerimle dans ettiğimi görür, Joni Mitchell ve Neil Young’un usulca “We are stardust, we are golden, we are billion year old carbon and we got to get ourselves back to the garden” dizelerini fısıldadığını duyarım.
Venice Beach
Gelelim sona. Yılın son gününe bir adım kala şimdiden herkesin yeni yılını kutluyorum. Yeni yıl için bir çok plan, bir çok istek, bir çok umut var. Umarım bunları buradan düzenli aralıklarla sizlere paylaşabilirim ve 2011 bunların gerçekleşmesine izin verir. Nedendir bilinmez ben kendilerinden bayağı bir umutluyum ama üzülerek söylüyorum ki altıncı hissim bazı zamanlarda hoşçakal bile demeden beni yarı yolda bırakır. Umarım bu sene bu terbiyesizliği yapmaz. Neyse uzun lafın kısası 2010’da sürçü lisan ettiysem af ola. Sağlıcakla ve mutlulukla kalın ve ayrıca Valar’ın lutfu üzerinizde, Earendil’in ışığı hep yanınızda olsun.

P.S: “We are stardust, we are golden, we are billion year old carbon and we got to get ourselves back to the garden” Joni Mitchell’in Woodstock parçasının nakarat kısmını oluşturur, Woodstock için yazılmış ve söylenmiştir. Sene de haliyle 1969’dur. Yani şarkımız Venice Beach Festivalinden gençtir. Ama o fotoğrafa bakınca angelic’in aklına nedense sadece bu parça gelir.

(kaynakça: http://www.magnumphotos.com/)

 

let it snow, let it snow, let it snow…


Oh the weather outside is frightful,

But the fire is so delightful,
And since we’ve no place to go,
Let It Snow! Let It Snow! Let It Snow!
It doesn’t show signs of stopping,
And I’ve bought some corn for popping,
The lights are turned way down low,
Let It Snow! Let It Snow! Let It Snow!
When we finally kiss goodnight,
How I’ll hate going out in the storm!
But if you’ll really hold me tight,
All the way home I’ll be warm.
The fire is slowly dying,
And, my dear, we’re still good-bying,
But as long as you love me so,
Let It Snow! Let It Snow! Let It Snow!
Ally McBeal’i izlerken çıktı bu parça karşıma. Çok uzaklarda unutmuş gitmişim oysa severim bu parçayı.  Vonda Shepard da hakkını vermiş doğrusu. Dean Martin’in hareketli yorumuna karşın Vonda Shepard hüzünle harmanlamış bu şarkıyı. Aslında sözlerine bakınca haksız da sayılmaz. Veda şarkısı bu nasıl hüzünlü olmasın. Şarkı bana evimi, Ankara’yı hatırlattı. Kar ne güzel de yakışır Ankara’ya…Bir yeni yıla da evimden uzakta gün sayıyorum. Geçen sene havalimanındayım bu sene sanırım otogarda olacağım. Yine saat tam onikiyi vurduğunda evde sevdiklerimle olabilmek için var gücümle, taşıdığım bavula (daha doğrusu bavullara) aldırış etmeksizin koşar adım Ankara’nın soğuğuna karışacağım gece vakti. Biraz da olsa kar yağsa ne olur; ne olur yüreğimdeki sızıya birazcık merhem olsa. Biliyorum bu yarada diğerleri gibi kabuk bağlayacak, bir anı olarak yerini alacak  ama yeni yılda az da olsa kar yağsa güzel olmaz mı? Belki, belki…
 

all you need is love…


Bir yılın daha sonuna geliyoruz. Yeni yıla ilk merhabayı her sene olduğu gibi Love Actually eşliğinde ağaç süsleyerek dedik. Unuttum bir de güzel sohbete eşlik eden kahveler vardı. Şimdi söylemezsem sevgili nix başımın etini yer 😛 Gerçi benim ALES maceram nedeniyle bu sene biraz kısa oldu ama umarım seneye sabit bir insan olarak telafisini yapabiliriz.
Gelelim yeni yıla. Bu sene yeni yıldan isteyeceğim belli. Hatta son yıllardaki uzun dilek listemin aksine bu sene son derece kısa bir dilekle hakkımı kullanacağım. Eh zamanında John Lennon ve Paul Mccartney boşuna söylememişler “all you need is love” diye. Bunu istiyorum sadece. Nedeni mi … O da birazdan yapacağım alıntıda saklı. Evet bu kadar basit işte.
“Dünyanın gidişatı üzerine karamsarlığa düşünce Heathrow Havaalanı’nın geliş hatlarını düşünürüm. Nefret ve açgözlülüğün hakim olduğu bir dünyada yaşadığımız düşünülür. Ben öyle düşünmüyorum. Bence her yerde sevgi var. Çoğunlukla onurlu ya da haber değeri olmasa da her yerde sevgi var. Babalar, oğullar, anneler ve kızlar, karı kocalar, kız arkadaşlar, erkek arkadaşlar, eski arkadaşlar… Uçaklar ikiz kulelere çarptığında bildiğim kadarıyla uçaktan edilen telefonlar nefret dolu mesajlar içermiyordu. Hepsi de sevgi mesajlarıydı. Onu arayınca içimden bir ses şöyle diyor: Aşk gerçekten de her yerdedir!”

Eğer yüzünüzde bir tebessüm, yüreğinizde bir umut kısacası kendinizi daha iyi hissetmek istiyorsanız tam da bu zamanda Love Actually’i izlemenizi öneririm. Gerçi son zamanlarda bu filmin klonlarını çok gördük ama ilkinin yerini hiç biri tutmuyor. Hollywood’a inat bir kez daha diyorum ki Avrupa sineması romantik komedi işinde bir adım daha önde. Neyse lafı fazla uzatmadan kaçayım. Şimdiden iyi seyirler.
————————————————————————————————————-
Lost in translation (or short summary or what else…)
New year is coming.  Watching Love Actually, Decorating Christmas Tree were our first steps to new year. Of course I must mention about drinking coffee 🙂
I’m going to wish only one wish at new year . “Love”  As the beatles says “All you need is love” The reason is very simple.  That is the why:
“Whenever I get gloomy with the state of the world, I think about the arrivals gate at Heathrow Airport. General opinion’s starting to make out that we live in a world of hatred and greed, but I don’t see that. It seems to me that love is everywhere. Often, it’s not particularly dignified or newsworthy, but it’s always there – fathers and sons, mothers and daughters, husbands and wives, boyfriends, girlfriends, old friends. When the planes hit the Twin Towers, as far as I know, none of the phone calls from the people on board were messages of hate or revenge – they were all messages of love. If you look for it, I’ve got a sneaking suspicion… love actually is all around.”

from love actually

 
 

Kapadokya Günlükleri: Göreme


Sanırım son noktayı koyma vakti yaklaşıyor. 4,5 yıllık zaman zarfında çantam sırtımda ülkemin büyük bir kısmını arşınladım durdum. Artık biraz da dinlenme zamanı. Bundan sonra zorunluluktan değil isteyerek gezmelerime devam edeceğim. Gerçi bu zorunluluklar neticesinde ummadık yerleri de görme fırsatım oldu. Şimdi söyleyin bana ne zaman Ağrı’ya gidecek ne zaman Doğubeyazıt’ı görebilecektim ya da ne zaman Zeugma kazılarını tam yerinde izleyebilecektim. Uzun lafın kısası elimde fotoğraf makinem cebimde bitmek tükenmek bilmeyen umutlarımla ben bu zaman zarfını dolu dolu geçirdim. Artık son günler. Ve bu son günleri Kapadokya’da noktalamayı planlıyorum. Ürgüp demiştik daha önce, şimdi ikinci durağımıza geçelim yani Göreme’ye.
Göreme denilince akla ilk gelen haliyle açık hava müzesi oluyor. İrili ufaklı kliseleri gezmek sağlam kondisyon gerektiriyor. Gerçi bunu civardaki El Nazar ve özellikle Saklı Kliseyi de hesaba katarak söylüyorum. Saklı Kilise adı üzerinde saklı. Bulmak için dağ bayır yürümek daha doğrusu tırmanmak gerekiyor. Açık hava müzesinden Göreme kasabasına doğru ilerlerken bir kaç küçük at çiftliği karşınıza çıkıyor. Peri bacaları arka fonda, atlar önde güzel kareler çekmek mümkün. Ne de olsa burası Güzel Atlar Diyarı.
Göreme merkeze ulaşıldığında ise küçük ama sevimli bir masal diyarı beliriveriyor. Hemen hemen tüm evler, işyerleri peri bacalarına oyulmuş. Rahatlıkla tüm ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz çarşı yolun iki tarafında uzanıyor. Mağara Otel deneyimini yaşamak için burası ideal. Sabahları kah horoz sesleri ile kah balon gürültüsü ile uyanı veriyorsunuz. Ancak en güzeli gün batımı hele bir de tepede ayaklarınızı aşağıya sallanırarak o eşsiz manzarayı izliyorsanız değmeyin keyfinize
Evet ben susayım. Zaten yorgunluktan yazdıklarıma pek de fazla özen gösteremiyorum. Bir de zihin yorgunluğu yok mu off off. En kötüsü bu . Sorular, sorular, sorular… Başladığımı bitirmek… Sadece bunu istiyorum. Ama yine de yeniden o eski düşleri düşünebilmek güzel. Bu sefer olur mu sence? Umarım olur.

Bu son gezi yazım değil panik yapmayalım lütfen. Angelic yolculuk etmeden duramaz ki. Bazen kızsa da onun ruhu gezgin gönlü uçarıdır. Görüşmek üzere
 

Karanlık Yerlerde Bütün Diğer Işıklar Söndüğünde Earendil’ın Işığı Sana Işık Olsun…


Bu sabah aklımda bu cümle ile uyandım. Gerçi uyuyorum ama buna uyumak denilirse. Yorgunluktan, çaresizlikten gözlerim kapanıyor ama zihnin günün kalıntıları ile dolu. Söküp atamıyor. Hayatım boyunca karmaşadan nefret ettim ama yaşam bana karmaşık oyunlar sunmaktan çekinmedi. Hele bu sonuncusu diğerlerini mumla aratır oldu. Tez yazarken bile bu kadar zorlanmadım. Saçlarımdaki ilk beyazları da ben bu süreçte gördüm. Ama ışık sonunda ulaştı. Earendil’in ışığı…Tekrardan ayağa kalktım. Bu günler de bitecekti. Ve sonrasında ben bu günleri hatırlayacaktım. Ama nasıl hatırlayacağım bilemiyorum: Gülerek mi Ağlayarak mı?
Beni bu zor zamanlarımda ayakta tutan en önemli gücün dostlarım olduğunu bir kez daha gördüm. Bir sos reklamında arkadaşların bizim seçtiğimiz kardeşlerimiz olduğunu söylüyor ya bu benim için çok doğru bir laf. Bu bakımdan kendimi çok şanslı görüyorum. Ne zaman başım derde girse ya da ne zaman mutluluk sarhoşu olsam bir yerlerde bunları benimle paylaşabilen dostlarımın olduğunu bilmek büyük bir talihin göstergesi değil midir. Gerçi milli piyango’dan ikramiye kazanmakta güzel olur doğrusu şu zor günlerde ama ben zaten sahip olduğum dostlar ile hayatın büyük ikramiyelerinden birini kazanmış durumdayım.
Neyse efendim dostluk angelic’e göre en iyi nerede anlatılmıştır tabiki sos reklamında değil, abartmayalım, baş ucu kitabım Yüzüklerin Efendisi’nde ve tabiki de serinin ilk ve benim için en özel kitabı olan Yüzük Kardeşliği’nde. Dostluk… Samwise Gamgee gibi dostunu yeri geldiğinde sırtında taşımak, Pegerin Took gibi en umutsuz anlarda onlar için ümidin tükenmediğini düşünmek, Legolas Greenleaf ve Gimli gibi farklılıklarımıza rağmen bilindik ve bilinmedik düşmanlara karşı mücadele edebilmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama benim ilk etapta aklıma gelenler bunlar oldu.
Bir yazıyı daha bilgisayara bakmaktan sulanmış gözlerimle sonlandırırken Earendil’in ışığını var eden tüm dostlarıma teşekkürlerimi sunuyorum. İyi ki varsınız.
 

non, je ne regrette rien


Merhaba biraz soluklanmaya ihtiyacım var. Beynim pelte gibi. Öğle tatilinden çaldığım şu üç beş dakikada bir kaç satır karalamaya hakkım var doğrusu. Aylardan Aralık olmuş. 2010’a elveda demeye 2011’i kapımızda buyur etmeye hazırlanıyoruz. Ben ise elimdeki işleri yetiştirme derdinde çırpınıp duruyorum bazen çalkalanan bazense süt liman olan haliyeti ruhiyemle.
Biliyorum son yazdıklarım, yaşadıklarım ama buraya bir türlü yazamadıklarım ucundan kıyısından Edith Piaf’ a dokundu. Bunlar bilinçli olarak bir araya getirilmiş parçalar değil. Şimdi, 1984’den bana bakan George Orwell tesadüf diye bir şey yoktur diye kafama vuracak ama ne yapayım ben tesadüf kavramına inan bir insanım. En azından konuyla ilgili olarak Inception filminde Edith Piaf’ın “non je ne regret” parçasını kullanmak benim fikrim değildi, daha sonrasında la vie en rose’un bir konuşma anında deşifre edilmesi de, geçen Cuma La Mome’un izlenmesi de… Belki sonucusunda benim de payım olabilir, başka bir filmi de izleyebilirdim ama elim La Mome’a gitti. Kendimi o gün hazır hissettim yıllardır izlemeyi ertelediğim bu filmi seyretmeye. Edith Piaf’ın o sesine işleyen hüznün nedenlerinin bir kısmını biliyordum. Ama tamamını öğrenmeye yüreğim el vermemişti, okuyamamıştım otobiyografisini, yarım bırakmıştım. Kızdığım yerler olmuştu ama genellikle kaldırım serçesine üzülmüştüm. Güzel parçaların, hisli ve yoğun parçaların bedeli böyle bir hayat mı diye düşünmüştüm. Ah Bayan Piaf neden kendiniz gibi oldunuz ki, çünkü acı çekmenizin en önemli nedeni kendiniz gibi olmaktır.
La Mome, öncelikle başarılı bir film olmuş. Kesinlikle sıkıcı bir otobiyografik bir uyarlama değil. Konu Edith Piaf olunca filmin de müzik üzerine kurulması son derece doğal. Böylelikle bizlerde aslında her şarkının bir öyküsünün, bir anının eseri olduğunu anlıyoruz. Bunlar arasında beni en fazla şaşırtan Milord oldu. Edith Piaf’a göre fazlasıyla neşeli bulduğum bu parçanın aslında Titiene adlı, zamanında küçük Edith’i koruyup kollayan, Edith’in tekrar görmesi için dua eden hayat kadınını anlattığını öğrenmek ilk başta beni şaşırttı. Şarkının sözlerini bir kez daha dikkatlice gözden geçirince aslında çokta şaşırılmaması gerektiğini anladım. Ve böylelikle bu oldukça neşeli bulduğum şarkıya da bir parça hüzün karışmış oldu. Sırasıyla la foule, la vie en rose, padam padam arzı endam etti. Ancak son vuruş benim de tüm şarkıları içerisinde en fazla sevdiğim non, je ne regrette rien ile oldu. Sözlerini bilmeseniz bile şarkının melodisinden, Bayan Piaf’ın ses tonundan “Yıkılmadım, Bu yaşam bana ait” duygularını hissedebilirsiniz. Zaten Edith Piaf’da bu şarkı kendisine ilk kez tanıtıldığında “Bu benim demiş”. Aslında bu hepimizin şarkısı, hepimizi anlatıyor. Doğrularımızla ve yanlışlarımızla bu bizim hayatımız. Utanmak yerine onu böyle kabul etmek gerekiyor. Geçmişten bana ne diyebilmeli insan, süpürüp atabilmeli yeri geldiğinde. Tabi ki dersler alınmalı maziden ama sürekli geçmişe demir atarak anı unutmak gereksiz. Boşuna söylememişler Carpe Diem diye 🙂
La Mome’u bu kadar etkileyici yapan unsurlardan biri müzik ise diğeri de Marion Cotillard ‘ın sergilediği muhteşem oyunculuk. Ben beyaz perdede onu değil, kesinlikle Edith Piaf’ı izledim. Son yıllarda gördüğüm en iyi oyunculuk. Anasının ak sütü gibi helal olsun Oscar’ı, Altın Küresi vb. (Zaten o odülleri vermemiş olsalardı Akademi Üyelerini gidip bir güzel pataklardım) Gerçi o seneki Oscar törenin ardından heykelciği kazanması süpriz oldu gibisinden bir takım lakırdılar yapılmıştı, hatırlıyorum. Pes diyorum sadece. Başka kim bu kadar hak etmiştir ki Oscar’ı?
Oyunculuğun yanısıra filmim kurgusunu da beğendim. Geriye ileriye doğru gidişler, bütün bunların güzel bir şekilde bağlanması ve sonuçta ise bir şarkının hikayesini anlatılması gerçekten hoş bir anlatım tarzı olmuş. Ayrıca makyaj ve kostümler de çok iyiydi. Hatta birazcık zorlasalar başrol oyuncusu Piaf’ın çocukluğunu bile oynayacakmış. Bu makyaj ekibi rahatlıkla benden bile bir Edith Piaf yaratabilir 🙂 Tebrik ediyorum doğrusu.
Velhasıl bir yazı da burada biter. Bayan Piaf’a yakışacak şekilde non je ne regret ile kapanışı yapalım. Umarım huzurlu ve yüzünde müzip gülümse ile bu yazdıklarımı bir yerlerden okuyorsundur sayın Piaf. Gerçi henüz Fransızca öğrenebilmiş değilim. Af edersiniz o benim miskinliğim. Oralarda size bunları Fransızca’ya çevirecek birileri oduğundan da süphem yok. Uzun lafın kısası bize bıraktığın o muhteşem şarkılar ve farkında olmasan da tazelediğin güven duygusu için geç de olsa teşekkürlerimi sunuyorum ve diyorum ki GEÇMİŞTEN BANA NE NE
non, rien de rien,

non, je ne regrette rien,
ni le bien qu’on m’a fait, ni le mal,
tout ça m’est bien égal.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien.
c’est payé, balayé, oublié.
je me fous du passé.

avec mes souvenirs,
j’ai allumé le feu.
mes chagrins, mes plaisirs,
je n’ai plus besoin d’eux.
balayés mes amours
avec leurs trémolos,
balayés pour toujours :
je repars à zéro.

non, rien de rien,
non, je ne regrette rien,
ni le bien qu’on m’a fait, ni le mal,
tout ça m’est bien égal.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien
car ma vie,
car mes joies,
aujourd’hui,
ça commence avec toi…
————————————————————————–
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
bana yapılmış iyilikler ve kötülüklerin
hepsi aynı bana
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
ödendi, süpürüldü, unutuldu.
geçmişten bana ne!

anılarımı yaktım gitti
artık acı ve zevklerime ihtiyacım yok
aşklarımı tremololarıyla beraber süpürüp attım

sonsuza kadar sildim: elde var sıfır.

hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
bana yapılmış iyilikler ve kötülüklerin
hepsi aynı bana
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
çünkü yaşamım,
çünkü zevklerim
seninle başlıyor bugün.