RSS

Aylık arşivler: Nisan 2010

İki Konser: Suna Kan&Cana Gürmen "Keman-Piyano Resitali"- Carles Trepat"Gitar Resitali"


Bu bahar, işlerim zaman zaman yokuşa sürsede Ankara’nın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Bahar bir bakıma festivallerin de habercisi. Nispeten güz ve kışa göre bahar ve yaz aylarında festivaller, konserler ve bilimum etkinlikler artar. Bu etkinliklerden genellikle Ankara’da Nisan ayının payına düşen Ankara Müzik Festivali ile ODTÜ Sanat Festivalidir. Bu sene de gelenek bozulmadı. Nisan ayımızı bu iki etkinlik neşelendirdi. Ben de zor da olsa bu festivallerden iki konsere gidebilmeyi başardım.

İlk olarak ODTÜ Sanat Festivali kapsamında Suna Kan &Cana Gürmen ikilisinin keman ve piyano resitalini izleme şansına eriştim. Suna Kan zaten klasik müzik diyince aklımıza ilk gelen sanatçılarımızdan. Bu konsere kadar kendisini canlı olarak dinleyememiştim ve ne kadar çok şey kaçırmış olduğumu bu konserde anladım. Sağlık sorunlarına rağmen seyircilerinin karşısına çıktı. Kemanını konuşturmak deyimi adeta hayat buldu. Konserin başladığı ile bittiği bir oldu benim için. Kendileri yaşayan bir efsane. Başka bir söz bulamıyorum. Tabi Suna Kan’ın kemanına eşlik eden Cana Gürmen’ın piyanosunu da unutmamak gerekir. Böyle sanatçılarımızın olduğu için gurur duymalıyız. Ayrıca ODTÜ Konferans Salonun da dolu olması, her yaştan izleyiciyi barındırması benim için diğer bir mutluluk kaynağı oldu.

Gelelim ikinci konsere. Bu konser Ankara Müzik Festivali kapsamındaydı. Gitarına sevgiyle bağlı olan kadim bir dostumun önerisi, son yıllarda benim de bu müzik enstrümanının çıkarmış olduğu tınıya karşı çoğalan sevgim (ilk göz ağrım piyanoyu unuttuğum anlaşılmasın lütfen) ve festival programının etkileyici yazısı kendimi Carles Trepat konserinde bulmama neden oldu. Konserin Resim ve Heykel Müzesinde gerçekleştiriliyor olması ayrı bir hoşluk katmıştı. Carles Trepat’ın kayıtlarını izleme ve dinleme fırsatı da eriştikten sonra haliyle beklentilerimiz de arttı. Ama bu sefer o beklentiler karşılanamadı. Gitar çalmışlığım, üzerine kafa yormuşluğum yok sadece kendi halinde bir dinleyiciyim ama bir şeylerin ters gittiğini fark etmem zor olmadı. Gitarına sevgiyle bağlı kadim dostum ve onun yine gitar sevdalı arkadaşları da tesadüfen (!) benimle aynı fikirdeydi. Evde yetiştirilmesi gereken işlerin de baskısı nedeniyle arada mekanı terk eyledik. Keşke böyle olmasaydı dedik ama oluyor işte. Bu yazdıklarımdan Carles Trepat’ın kötü bir sanatçı olduğu yorumu çıkmasın. Sadece dün, gününde değildi. Kısmet diğer konserlerine.

Sonuç olarak bu iki etkinlik ile şimdilik nisan ayını noktalıyorum. Suna Kan’ın muhteşem performansını gördükten sonra insan ister istemez Harika Çocuklar Yasası’nın neden devam ettirilmediğine hayıflanıyor. Hayıflandığım diğer bir konu da İdil Biret konserini kaçırmak oldu. Nimo’nun dediğine göre Chopin çalmış. Ne diyelim artık bir başka bahara
 

Roman Holiday


Bu sefer ben değil de fotoğraflar konuşsun dedim. Bir kaç satır yazıp gideceğim. Roma Tatili’nin sonunda DVD’sini edinebildim. Bu sefer cızırtısız sesler ve atlamayan görüntülerle bu filmi izleme tadına eriştim. Anladım ki iyi bir romantik komedi için öyle otuz kırk kişilik bir ünlü kadrosunu toplamaya gerek yok. Bu filmin gerek öyküsü gerekse de oyuncuları o kadar sade ki. ekşi sözlükteki arkadaşlardan birinin deyişle: “Masal olarak başlayan ancak gerçeklerle biten” bu film romantik komedi filmleri arasında bir başyapıt. Şimdilerde her türlü imkana rağmen böyle filmler nadiren çekilebiliyor.
Audrey Hepburn… Ona hayran olmamak elde değil. Rol arkadaşı Gregory Peck için de bu geçerli. Hele o son sahnedeki hali yok mu. O sahne beni darman duman ediyor. Film olduğunu çoğu kez unutuyorum. Bir de filmin en sevimli karakteri, dağınık fotoğrafçı Irving’i canlandıran Eddie Albert var. Onu da atlamamak gerek. Bir de onun çakmak görünümlü kamerasından istiyorum.
Roma Tatili sizi bir kaç saatliğine de olsa alıp bambaşka yerlere götüren, kaç yaşınızda olursanız olun “Nerede o eski günler” diye hayıflanmanıza neden olan,Roma’nın muhteşem görüntülerinin aklınızı aldığı ” Bu yaz Roma’ya mı gitsem”sorusunu doğuran bir film.
O zaman Roma’da görüşmek üzere.
Tekrardan İtalyanca’ya başlıyorum.
Arrivederci 🙂
 

Das Weisse Band: Beyaz Kurdele… Ve benim için yeniden Haneke



Sonunda o çok bahsettiğim filmi izleme fırsatına eriştim. Sinema salonunda izleyememek hafiften boynumu bükse de Michael Haneke’nin yuvaya döndüğünü görmek beni epey bir sevindirdi. Hani bazı filmler vardır üzerinden günler, aylar, seneler geçse de bir an aklınıza takılır, görüntüler ard arda hafızanızda belirir, o görüntüleri düşünmek size ayrı bir zevk verir Beyaz Kurdele’nin ileride benim için böyle bir film olacağını söylemek zor değil.
Geçen sene bu vakitler Cannes film festivalinde yarışan filmleri incelerken gözüme takılmıştı. Konu sıradışıydı. Gerçi filmin yönetmeninin Michael Haneke olması gibi önemli bir avantajı da vardı ama üstadın son yıllardaki çalışmaları beni pek memnun etmemişti. (Özellikle Funny Games’in Amerikan versiyonundan adeta tiksindim. İzlemeyen varsa lütfen 1997 yapımını izlesin.)İster istemez bu filmin de hayal kırıklığı yaratabileceğini düşünmeye başladım ancak filmin festival boyunca aldığı alkışlar, sonrasında Altın Palmiye’yi kazanması, sinema bloglarında, forumlarında ve çeşitli mecralarda oldukça iyi eleştrilerle karşılanması bu düşüncemi törpüledi. Ve filmin Türkiye’ye uğramasını beklemeye başladım. Beyhude bir bekleyişmiş bizimkisi. Vizyona girme şansı henüz bulamadı bundan sonra da zor gibi görünüyor.
Gelelim defalarca yinelediğim filmin konusuna. Film, I. Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da bir köyde geçiyor. Köy, dışarıdan bakıldığında sıradan bir köyden öte değildir. Herkes mutlu ve huzurlu görünmektedir. Ancak bu rüzgarlar zamanla tersine döner. Köy sakinlerinin başlarına sonu genellikle ölümle sonuçlanan kötü kazalar gelmeye başlar. Anlam verilemeyen garip olayların sayısı gün geçtkçe artmaktadır. Bütün bu yaşananlar köydeki mutluluk ve huzur maskesini bir anda düşürür. Herkes kucağındaki taşları dökmeye,birbirinden şüphelenmeye başlar. Bu durumdan en çok köyün papazı rahatsızdır. Bir yandan sahte mutluluk ve huzurun tesisi için bir yandan da karanlıklar içinde kaybolduklarını varsaydığı iki çoçuğunun (Clara ve Martin) tekrar ışığa dönmesi için çalışır. Onlara beyaz bir kurdela takar. Olaylar bu şekilde devam eder. Sonunda I. Dünya Savaşı çıkar, hikayeyi anlatan köyün öğretmeni kafasındaki sorular ile birlikte yeni ufuklara doğru yelken açar.
Elimden geldiğince spoilerdan uzak durarak filmi anlatmaya çalıştım. Filmin konusu kadar sanat yönetmenliği de oldukça iyiydi. İtiraf etmeliyim ki Avatar’a milyonlarca dollarlar harcanmış olsa da şu filmdeki sanat yönetmeliği kadar iyi değil. Tablo gibi sahneler var. Filmin siyah beyaz olarak çekilmiş olması da ayrı bir tat veriyor. Oyunculuklar ise ayakta alkışlanacak cinsten. Filmde başrol oyuncusu olmadığını söylesem yalan olmayacak. Kadro geniş ve herkes hikayenin bir ucundan tuttuğundan insan ister istemez uyumsuzluk bekliyor. Ama yok. Büyüğünden küçüğüne herkes birbiriyle o kadar uyumlu ki. Tabi bu durumun ortaya çıkmasında yönetmenin de katkısı büyük. Her ne kadar Akademi Üyeleri Michael Haneke’yi sürekli görmezlikten gelse de sinema dünyasında önemli bir yere sahip olduğu aşikar. Bir sonraki çalışması merakla beklenen kaç yönetmen var ki? İşte bunlardan biri benim için Michael Haneke’dir. Filmleri alışılagelmişin dışındadır. Filmlerinde izleyicinin kös kös oturmasını sevmediğinden olacak ki filmlerinin hemen hemen her yerini yorumlara açık bırakır. Filmlerini her izlediğinizde daha önce fark etmediğiniz bir noktaya takılırsınız. Bu nedenle Haneke’nin filmlerini beyin jimlastiği yapar gibi rutin aralıklarla izlemeye başlamanız son derece normaldir. En azından kendi açımdan bu böyle.
Görünen o ki üstad ile ilgili derinlemesine bir yazı hazırlamak blog yazarına farz oldu. Şunu da belirtmeden geçemiyeceğim Michael Haneke’yi tanımamda TRT’nin büyük katkısı oldu. Sanırım bir yaz gecesi uyku tutmadığından televizyonu açmıştım. Karşıma garip bir film çıkmıştı. İsmi Şato’ydu. Ve ben bu filmin başından kalkamamıştım. Daha sonra yönetmeninin Michael Haneke olduğunu öğrenmiştim. TRT zaman zaman, genellikle farkında olmadan böyle güzellikler yapabiliyor.
Uzun lafın kısası 2009 yılı filmleri izlediklerimin arasında en çok Beyaz Kurdele’yi beğendim. Hatta kendilerini şimdiden en sevdiğim filmler listesine kaydettim. Karanlık,ürkütücü ve daha pek çok şey olabilir ama bu filme lütfen bir şans verin.
Görüşmek üzere
 

Up in the Air: Aklı Havada



Biliyorsunuz bu aralar film adlarının Türkçe’ye çevrilirken katledilmelerine takmış durumdayım ama bu filmin çevirisi için söyleyecek söz bulamıyorum. Oldukça yerinde olmuş haliyle bu yazıda Türkçe ismini kullanmak bana büyük zevk verecek. Aklı Havada geçen sene Precious ile birlikte en fazla alkış alan bağımsız filmlerdendi. Bu durum kendisine başta Oscar olmak üzere pek çok ödül adaylığı getirmişti.
Film George Clooney tarafından canlandırılan,işi nedeniyle hayatının büyük bir bölümü yollarda geçen (size birilerini hatırlattı mı)Ryan’ın kurmuş olduğu düzenin şirkette işe başlayan üniversiteden yeni mezun olmuş hırslı bir o kadar da duygusal Natalie tarafından bozulma tehlikesine girmesini anlatıyor. Natalie’nin çizdiği tablonun bazı eksik noktalarının olması nedeniyle Natalie, kısa bir süreliğine piyasanın kurdu diyebileceğimiz Ryan’ın yanına staja veriliyor. Bir nevi Ryan ile Natalie arasında usta çırak ilişkisi başlıyor. Ryan, Natalie’ye insanları ikna etmeden, bavul hazırlamanın inceliklerine kadar pek çok konuda yeni şeyler öğretiyor. Ancak bu eğitim süreci Natalie’nin kafasında soru işaretleri oluşmasına neden oluyor. Sadece bir kaç saatliğine bir şirkete uğrayıp daha önce hiç tanımadığı insanların işine son vermenin kendisini ilerde mutlu edemiyeceği, yerleşik bir düzeninin olamayacağı, Ryan gibi bütün hayatının yollarda geçeceğini ve mil puan toplamaktan başka bir amacının kalmayacağı Natalie’yi korkutmaya başlıyor. Ve bu korkularını Ryan ile paylaşıyor. Bu paylaşım Ryan’ın uzun zamandır bastırdığı duygularını su yüzüne çıkarıyor. Hava limanlarını evi gibi görse de bir evinin ve ailesinin olduğu hatırlıyor. Yeni adımlar atmak izin hazır olduğunu hissediyor. Sonuçları iyi ya da kötü olsa da tüm cesaretini toplayıp bu adımları atıyor. Nihayetinde yine hava limanlarına dönüş ve yine evin gökyüzü olması…
Filmde ayrıca Ryan’ın kısa süreli bir gönül ilişkisine yer verilmiş. Vera Farmiga tarafından canlandırılan Alex karakterine pek ısınamadım. Zaten bu ilişkinin filmin bütününe zarar verdiği kanısındayım. Ryan ve Alex ikilisinin bir araya geldiği sahneler filmde en sıkıldığım sahneler oldu. Ryan ve Alex ilişkisi gibi Ryan’ın ailesinin yanına gittiği kısım da içerdiği kopukluklar ve anlam veremediğim uzun diyaloglar nedeniyle sıkılmama neden oldu. Sanki bu iki kısım filme sonradan monte edilmiş gibi duruyor. Bunun yerine işini kaybeden çalışanların durumlarını anlattıkları röportaj tadındaki kısımlar biraz daha genişletebilirdi.
An Education’ın aksine bu filmin bitmesini iple çektim. Hatta bir gün ara vererek filmi tamamlayabildim ki bu nadiren yaparım. Yukarıda bahsettiğim nedenlerden ötürü film çok uzun geldi bana. Bunun dışında Vera Farmiga’nın bu filmdeki oyunculuğunun neden yere göğe sığdırılamadığını anlayamadım. Ancak Natalie’yi canlandıran Anna Kendrick’in bileğinin hakkıyla Oscar adaylığı elde ettiğini görmek beni mutlu etti. Karakterini öylesine başarılı canlandırmış ki korkularını, üzüntülerini, şaşkınlıklarını sizler de yaşıyorsunuz. Filmi sırtlayan da haliyle Natalie olmuş. Onun dışında George Clooney’in bavul hazırlama sanatının inceliklerini anlattığı sahneler benim gibi iş nedeniyle çok seyahat eden birinin yüzünü epeyce bir güldürdü. İş seyyahları olarak aramızda evrensel bir dilin oluştuğunu da bu filmde fark ettim. Ayrıca şehirlerin havadan kuş bakışı görünüşlerine yer verilmesi de hoşuma gitti.
Genel olarak Aklı Havada iyi bir film ama bazı eksiklikleri var. Belki de yol filmlerinde sürekli kusur bulmamın sorumlusu Cameron Crowe. Almost Famous’ı geçebilecek bir yol hikayesi henüz karşıma çıkmadı. Sanırım ileride bu filmi daha çok Anna Kendrick ile hatırlayacağım. Bir aksilik çıkmazsa bu sevimli bayanın gümbür gümbür geldiğinin ayak seslerini bu filmde duyduk. Bakalım izleyip göreceğiz.
Görüşmek üzere.
P.S: Fotoğraf bavul hazırlamanın inceliklerinin anlatıldığı bölümden bir sahnedir 🙂
 

Bahar Zamanı



Bahar sonunda yüzünü gösterdi. Bu sene kışın Adana ve İstanbul’da olmam nedeniyle o çok sevdiğim ve Ankara’ya da çok yakıştığını düşündüğüm kardan epeyce mahrum kaldım. Gerçi İstanbul’da karı gördük ama lodos mu poyraz mı olduğunu bilmediğim bir rüzgar ile birleşip Kadıköy iskelesinde beni denize uçurmaya çabalamasaydı daha çok sevecektim kendilerini. . Öyle ya da böyle İstanbul’a da İzmir’e de kar yakışmıyor. Kar, Ankara’ya yakışıyor. O nedenle başkentte en sevdiğim mevsim kıştır. Gel gelelim baharda fena durmadı. İstanbullular hep Ankara’nın çoraklığından şikayetçidir; ama son yirmi otuz yıldır yapılan ağaçlandırma çalışmalarıyla Ankara şehir merkezinin İstanbul şehir merkezinden daha yeşil olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ankara’nın hemen hemen her semtinde iki ya da bilmedin üç sokak arasında ufakta olsa bir park vardır. İstanbul öyle değil. Moda ile Kadıköy arasında sadece bir park var. Avrupa yakasında durum daha feci. İstanbul’un eski fotoğraflarını ve aile büyüklerinin anılarını dinleyince insan ister istemez hüzünleniyor. Şehir merkezinin dışında diyebileceğimiz yerler inatla yeşil kalmaya devam ediyor ama oralara da betonlaşma sinsi sinsi yakaşıyor.
Neyse bahar zamanı şimdi. Havalar ısınmadan kalkıp dolaşmanın tam vakti. Ankaralı iseniz ODTÜ’ye gidip çimlerin üzerine yayılmanızı, Ahlatlıbel’de uçurtma uçurtmanızı, Kuğulu park’da ördeklere ekmek atmanızı, önce at pazarına uğramınızı ardından Ankara Kalesi’nde güzel bir yemek yemenizi tavsiye ederim.
Gelelim İstanbul’a. Çeyrek zamanlı bir İstanbullu olduğumdam öyle İstanbul’u çok biliyorum diyemem ancak “Ayy İstanbul’a bayılıyorum Ankara’da hiç bir şey yok “diyenlerden daha fazla bildiğim de bir gerçek 🙂 Neyse efendim İstanbul’daysınız Beylerbeyi’ne uğramanın tam vaktidir ya da Pierre Loti’ye. Yok ben alışveriş yapıp bir yandan da gezeceğim diyorsanız o zaman AVM’ler yerine Kapalı Çarşı’ya gitmenizi öneririm. Dönüşte Eminönü’nde balık ekmek ve yanında turşu suyu iyi gider. Anadolu yakasının bana göre incisi Moda’nın en güzel zamanıdır şimdi. Simidinizi alıp çimlere yayılmak mavi gökyüzünü izlemek bir başkadır. Yanınız da bir de Ali Usta’nın mehşur dondurması varsa deymeyin keyfinize. Ve son olarak biraz kıyıda köşede kalsa da Ataşehir’deki botantik parkını da tavsiye ederim. Otoyolların arasında kalmış bir vaha gibidir orası.
Diğer şehirlerin ilkbaharına pek fazla tanıklık etmediğim için yorum yapamayacağım. Bütün bunlar size zahmetli, pahalı vb. geliyorsa o zaman sandalyenizi balkona atıp çay da kahveniz ve bunlara eşlik eden sevdiğiniz müzikle dışarıyı seyretmek bile mutluluk ve huzur verecektir. Bir başka bahar da görüşmek üzere 🙂
P.S: Yazıyı süsleyen resim ve fotoğraflar Hobbitköy’dendir. Nedense ilkbahar bana Hobbitleri, sonbahar ise Elfleri hatırlatır. Elflerin, Hobbitlerin, Cücelerin vb. halen bizimle beraber yaşadığına inanan biri olarak baharı Hobbitköy’den manzaralarla süslemeden edemedim. Umarım beğenirsiniz.
 
 

Akün Sinemasını Yaşatamadık ama Emek Sineması Yaşamalı


Biliyorum ben de dahil olmak üzere çoğumuz perdesi daha büyük, ses düzeni daha iyi, koltukları daha rahat gibi pek çok nedenden ötürü büyük alışveriş merkezlerindeki sinemaları tercih eder olduk. Haliyle cadde üzerindeki, sokak arasındaki, çoğumuzun ilk filmini izlediği bu nedenle ilk göz ağrılarımız olan o sinemalar birer ikişer kapanmaya başladı. Bir Ankara’lı olarak en çok Akün Sinemasının kapanmasına üzülmüştüm. Sanki çocukluğumdan, gençliğimden bir parça da gidiverdi. Atılan o şen kahkalar, dökülen göz yaşları, heyecandan yiyilen tırnaklar, çığlıklar, patlamış mısırın dayanılmaz kokusu ve bütün bunlara eşlik etmiş olan güzelim filmler… Sinemalar, zar zor denkleştirilen harçlıklarla, çoğu zaman okulu kırarak gidilen kutsal mekanlardı gözümüzde. Ama artık onların büyük bir kısmı yok. Var olanlar ise can çekişiyor. Bunlardan birisi de Emek Sineması. İstanbul, Beyoğlu deyince bu sinemayı bilmeyen yoktur. Film festivallerinin uğrak mekanıdır. Öyle ya da böyle bir çoğumuzun yolu düşmüştür. Ama kısa bir süre önce perdelerini kapatma kararı aldı ya da aldırıldı. Tıpkı Akün Sineması gibi O da derin bir uykuya dalacak. Akün Sineması şimdi Devlet Tiyatroları tarafından Akün Sahnesi’ne dönüştürüldü. Bu, bir nebze üzüntümüzü hafifletti. Ama Emek Sineması o kadar da şanslı değil. O malum projeye göre alışveriş merkezi olması planlanıyor . Biz Akün’e sahip çıkamadık ama aynı kaderi Emek Sineması paylaşmasın. O hep orada güzel anılara sahiplik etsin.
Çorba’da benim de tuzum bulsun diyorsanız; info@emeksineması.org adresine mail atabilirsiniz. Ayrıca ayrıntılı bilgiye facebook’da”emek sineması yıkılmasın” grubundan edinebilirsiniz.

Görüşmek üzere

 

Animeler Geliyor(muş): Üzülsem mi Sevinsen mi ?


Son yıllarda konu bulmakta sıkıntıya düşen Hollywood umudunu önce çizgi roman uyarlamalarına bağlamıştı. Batman, Superman ve Örümcek Adam dışında nadiren karşılaştığımız çizgi roman uyarlamaları son yıllarda patlama yaptı. Neredeyse sinema filmi olmayan çizgi roman karakteri kalmadı desek yanlış olmayacak. Ancak yapılan işlerdeki artış ne yazık ki bu işlerin kalitesine yansımadı. Batman dışında bir çoğu vasatın altında kaldı. Çizgi roman ile arası iyi olan bu blog yazarı bile bu filmleri seyretmez oldu.

Hollywood uyarlanacak başka çizgi romanlar bulamadığından olacak ki bu kez de gözünü animelere çevirdi. Geçen sene sevdiğim animeler arasında üst basamaklarda yer alan ve gözümde şimdiden efsane mertebesine ulaşmış Death Note’un yayın haklarının WB tarafından satın alındığını duymuştum. Bunu daha sonra Akira takip etti. Beyazperde.com’dan duyduğum kadarıyla bu kervana son olarak Bleach katılmış. Bu haberlere sevinsem mi üzülsem mi karar veremedim. Uyarlamalar nedense ben de hayal kırıklığı yaratıyor. Hemen bir parantez açayım Yüzüklerin Efendisi ve Batman’i(Batman Forever hariç tabi) ayrı tutuyorum bu sınıflandırmadan.

Jumper’dan, Zindan ve Ejderha’ya, Catwoman’dan Ejderha Mızrağı’na başarısız uyarlamalar birbir gözümün önünden geçiyor. Emeğe saygı duyuyorum ama uyarlamalarda biraz daha fazla çalışmak gerek. Yine Yüzüklerin Efendisi yine Peter Jackson örneğini vereceğim. Sonuç ortada. İlk filmin hasılatı çok rahat üç filmin maliyeti çıkarmıştı. Tanıdık karakterler beyazperdeye adam akıllı yansıtılırsa izleyiciler olarak hakkını veriyoruz. O nedenle sevdiğimiz bu animelerin, üzerinde enine boyuna çalışmalar yapıldıktan sonra sinema salonlarına taşınmasını istiyoruz. Beklemeye razıyız. Ne de olsa sayılı gün çabuk geçer.
 
Yorum yapın

Yazan: Nisan 15, 2010 in akira, anime, bleach, death note

 

An Education: Çok gezen mi yoksa çok okuyan mı mevzusu


An Education… Dur bakalım biz de hangi isimle girmişti bu film “Aşk Dersi”. Artık bunları söylemekten de yazmaktan da bıktım. Tam manasıyla çeviremiyorsanız orjinal haliyle kalsın. Ne gerek var Aşk Dersine, Aşkın 500 gününe, Aşk ve Gurura. İçinde hafifte olsa romantizmin kokusu olan her filmin adında illaki bir aşk kelimesi mi olacak anlamıyorum. Sırf adına bakıpta şu filmleri izleyenler mümkünse hiç izlemesinler . Neyse sakinleşip filmi anlatmaya başlasam iyi olacak.

An Education 2009’un parlayan filmlerinden. İngiliz yapımı ki ben İngiliz sinemasını severim ve takip ederim. Mr. Bean var olsa da İngiliz filmlerinin içinin, Hollywood filmlerine nazaran daha dolu olduğunu düşünürüm. An Education bu nedenlerden dolayı daha ilk baştan ben de bazı beklentiler doğmasına neden oldu. Hemen sonrasında senaristin Nick Hornby olduğunu öğrenince (Bkz. About A Boy, High Fidelity ) bu beklentimlerin katlanarak arttı. Bir de yönetmenin Lone Scherfig olduğu kulağıma çalınınca (Bkz. Yeni Başlayanlar için İtalyanca, Wilbur Ölmek İstiyor) beklentilerimin tavan yaptığımı söylesem yalan olmayacak. Unutmadan ekleyeyim oyuncu kadrosu da (Alfred Molina, Emma Thompson, Olivia Williams vb.) beklentilerimi arttırmıştı.

2009’un sonunda önemli ödüllerin adayları beklenirken bu filmin adı da çok sık geçer oldu. Film zevkine güvenimin sonsuz olduğu Tarantino bile kendi tarzına oldukça uzak olan bu filmi 2009’un en iyi 10 filmi listesine almıştı. Film ile birlikte Carey Mulligan adını da duyar olduk. Aslında bu ad bana pek de yabancı değildi. Kendi Jane Austen kitap uyarlamalarının vazgeçilmez oyuncularındandır. Özellikle Pride and Prejudice’da Kitty Bennet rolüyle (rolü çok kısa olmasına rağmen) dikkatimi çekmişti. Pride and Prejudice’ı her okuduğumda bende Kitty ve Lydia Bennet ikilisini kızılcık sopasıyla dövme isteği uyanır. Filmde de bu ikiliyi canlandıran arkadaşlar bu etkiyi oluşturmayı başarmışlardı 🙂 An Education’nın aldığı olumlu eleştriler ve Carey Mulligan’ın bu sefer baş rolde neler yaptığını görmek için uzunca bir süre beklemem gerekti ama sonunda beklediğime değdi diyebilirim.

Temposunun ağırlığı nedeniyle eleştirilse de ben filmin başladığı ile bittiğini anlayamadım. Süre gayet iyi ayarlanmıştı. Her şey yerli yerindeydi. Çok fazla drama kapılmadan, istediklerini de gayet güzel bir şekilde gözümeze sokan ama bunu yaparken ahlak nutukları atmayan başarılı bir dönem filmi. Yer yer feminist öğeleri yer yer de anti-feminist öğeleri içermesi filmin gerçekçi yapısını destekliyor. Ne de olsa her insan çelişkileriyle yaşamakta.

Filmin konusuna kısaca göz atacak olursak, film 1960lı yılların başında 16 yaşındaki Jenny’nin hayatına ne şekilde yön vereceğini bulması aşamasıbda başından geçen bir takım olayları anlatıyor. Jenny hayatının, bir banliyoda rutin işlerin devamı şeklinde tekrarlayıp durmasından son derece korkuyor. Kitaplarla, müzikle ve resimle tanıma fırsatı bulduğu sürekli değişen, önceden kestirilemeyen hayatı da tanımak istiyor. Bu hayatı tanımak için önüne bir fırsat çıkıyor. Ancak hayallerinin gerçeklerden farklı olduğunu acı tecrübeler sonunda hem kendisi hem de bir çift güzel söze kanan ailesi anlıyor. Jenny ise yılmıyor, bütün bu tecrübeler aslında Ona hayatta hangi yolda ve yolda nasıl yürüceğine rehberlik ediyor.

Dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştığımı bu hususlar filmde aşırıya kaçırılmadan olabildiğince sade anlatılmış. Önyargılara da, kızgınlıklara da, sevinçlere de aynı dozda yer verilmiş. Sadece Carey Mulligan diğer oyuncular da gayet başarılı. Sonuçta izlenesi, güzel bir tat bırakan bir film çıkmış ortaya. Şüphesiz bu filmi bayanlar daha çok sevecek ve sahipleneceklerdir. 1960’larda da, şu anda da ve gelecekte de toplumun bizden istediklerini yapmaya zorlanacağız. Aslında kendimiz için yaptıklarımız bile onların istediklerine ulaşmada yalnızca basit birer araç gibi görünecek. İşte filmde içimi cız ettiren de bu oldu.

P.S: Filmin müzikleri… Tek kelimeyle şahane. Jenny’nin, Paris hayalleri kurarken söylediği parça özellikle çok güzel. Soundtrack tez edinilmeli. Hediye eden olursa hiç hayır demem doğrusu 🙂

 
2 Yorum

Yazan: Nisan 12, 2010 in an education, carey mulligan, sinema

 

The Office: Eğlenceli Ofis Hayatı mı O da Ne?



Haftasonu tatili ne kadar da çabuk bitiyor. Yarın iş başı. Bunu hatırlatmak istermiş gibi TNT, The Office dizisinin yayınını Pazar gününe almış. Dizinin hangi sezonunda olduğumuzu bilmiyorum. Lost, Heroes gibi bölümler birbiri ile bağlantılı olmadığından bölüm atlamak sorun yaratmıyor. İmkan buldukça izlemeye çalışıyorum. Komedi dizisi olarak tanımlansa da öyle karnınızı ağrıtana kadar güldürmüyor. Güldürdüğü sahnelerin çoğunda ise düşündürüyor. Olaylar değil de daha çok karakterler diziyi izletiyor desem yanlış olmayacak. Dizi kısaca,Dunder Mifflin adındaki bir kağıt şirketinin Scranton şubesinin ofisinde yaşananları konu alıyor. Ryan’ı da sayarsak dizide beş ana karakter var. Bunlar sırasıyla: Ne yaptığını bir türlü anlayamadığım, çalışanlarının adam yerine koymadığı gerçekten gereksiz işler müdürü, Steve Carell’in başarılı bir şekilde canlandırdığı müdür Michael Scott, iticiliğin hayat bulmuş hali, nasıl oluyor da en fazla satışı bu adam yapıyor dediğim, kurallara takıntılı aslında her şeye takıntılı olan ancak Star Wars, Battlestar Galactica fanatikliği nedeniyle ben de bir miktar sempati uyandıran, dizide beni en fazla güldüren Dwight Schrute, her işi son dakikaya bırakması nedeniyle zaman zaman Türk olduğunu düşündüğüm, Dwight’a takılmayı kendine görev edinmiş olan Jim Halpert, karınca gibi çalışan ancak genellikle kimsenin takdirini kazanamayan, zaman zaman merakına yenilip ofisin dedikodu çemberine dahil olan, müdür Michael Scott’ın sürekli arkasını toplayan Pam Beesly, ofiste staja başlayarak dönülmez bir yola girmiş olan, daha sonra ofiste tam zamanlı çalışmaya başlayan, Michael Scott’ın ayak işlerinde kullanmaktan zevk aldığı Ryan Howard

Ayrıca dizinin belgesel tadında farklı bir formatının olması da hoşuma gidiyor. Yapay gülme efeklerinin olmaması tabiki diğer bir artısı. Steve Carell başarılı bir komedyen olduğunu bu dizide iyice gösteriyor. Kendisi lütfen bel altı esprilerinden geçilmeyen Hollywood filmlerinde rol almasın. Little Miss Sunshine’dan sonra kendilerini en fazla bu dizide beğendim.

Dizi aslında ilk olarak BBC’de yayımlanmış. TNT’nin yayınladığı ise Amerikan versiyonu. İngiltere’de pek tutmayan dizi, 2.sezon yayınlanmış. Ancak Amerika’da bayağı izleyici toplamayı başarmış. Dizinin Altın Küre ve Emmy ödülleri var. Sanırım Amerika’da halen devam ediyor yayımlanmaya. Biz biraz geriden takip ediyoruz ama olsun. Hiç izleyememekten iyidir.

Yarın iş bizi bekler. The Office ile ön hazırlık yapalım biraz. Michael gibi bir müdürüm, Dwight gibi bir çalışma arkadaşım olmadığı için de şükretmem gerek. Onu da biliyorum 🙂

Görüşmek üzere

 

Ahsoka Tano


Sonunda Star Wars -The Clone Wars serisini yayın saati ve günü sürekli değişmeden izleyeceğimiz bir televizyon kanalı bulduk. (Buradan cnbc-e’ye teşekkürlerimi sunuyorum) The Clone Wars’un en sevdiğim karakteri ise Anakin Skywalker’ın padawan’ı Ahsoka Tano. (Sanırım onu kendi padawanlık zamanlarımı hatırlattığı için seviyorum) Bu nedenle Ahsoka hakkında bir kayıt yapmak farz oldu.
Ahsoka Tano togruta ırkına mensup. Master Plo Kloon tarafından üç yaşında keşfediliyor. Master Yoda tarafından Anakin Skywalker aklını başına alsın, sorumluluk sahibi olsun diye erken yaşta padawan yapılıp Anakin Skywalker’ın çırağı yapılıyor. Ahsoka Tano, kelimenin tam anlamıyla sabırsız, kabına sığmayan ve son derece gözü kara birisi. Bunda çok genç olmasının etkisi olsa da yapısı böyle. Haliyle Anakin Skywalker’ın ilk zamanlarını andırıyor. Master ve padawan gayet uyumlu, hayat droid ordusuna rağmen güzel filan falan 🙂 Seri sonlanmadığından Ahsoka Tano’nun akıbetini de bilemiyoruz. Revenge of the Sith’i düşündükçe sonunun pek de iyi olmadığını az çok tahmin edebiliyoruz. Ahsoka Tano’yu daha fazla görebilmek için seri uzadıkça uzasın. Benim için hiç sorun olmaz.