Uzun bir aradan sonra herkese tekrardan merhabalar. Hayatım yine o bilindik hızı, karmaşası içerisinde akıp gidiyor. Sanırım böyle olmasından ben de memnunum. Diğer türlü nasıl olurdu düşünmek bile istemiyorum. Biliyorum ki işleri bitirip rahatlasam bile yeni bir meşgale bulup onu sorun yumağına dönüştürmeden duramam. Neyse, konumuz bu değil. Bir başka sefere anlatıyım da diyemiyorum çünkü o sefer hiç uğramıyor limanıma.
Vakti zamanında, oscar ödüllerine aday olan filmleri ödül töreninden önce izleyip, izlenimlerini paylaşacağımı yazmıştım. Kaplumbağa hızıyla da olsa sözümün arkasında durmaktayım dostlar. The King’s Speech ve Black Swan’ı da izledim. Geriye True Grit, Bituful, 127 Hours (Çok merak etmekteyim), Winter’ s Bone, Fighter kaldı. Lafı fazla uzatmadan twitter’ın da etkisiyle bir kaç haftadır gündemi meşgul eden The King’s Speech’e geçelim.
The King’s Speech biz de yine bir çeviri harikası (!) ile Zoraki Kral olarak vizyona giren tipik bir dönem filmi. Şu an İngiltere Kraliçesi olan II. Elizabeth’in babası Prens Albert’in (aslında zatı muhterem’in oldukça uzun bir ismi var, kolayıma geldiği için sadece Albert dedim) gerçek hayat öyküsünden yola çıkılarak yazılmış. İlk başta tiyatro oyunu olarak arzı endam edilmiş seyirciye. Daha sonra ise filmimizin yönetmeni olan Tom Hooper tarafından seyredilen bu oyun filme uyarlanmak istenmiş. Ve karşımıza bol ödüllü bir yapım olan The King’s Speech ortaya çıkmış.
Film, Prens Albert’in kekemelikle olan mücadelesini anlatıyor. Prens Albert bu sorunundan kurtulmak için pek çok yola başvurmuş, pek çok tedaviden geçmiştir. Ama hiçbiri fayda etmemiştir. Çabasının meyvelerini alamamak ise onun kendine olan güvenini iyiden iyiye yok etmiştir. Artık pes etmiştir ancak tam da o sıra eşi Lionel Lounge adında bir konuşma terapistine görünmesi için eşini ikna eder. Kendisine ısrarla Doktor yerine Lionel denilmesini isteyen terapistin zamanına göre oldukça sıradışı yöntemleri vardır. Katı bir disiplin altında son derece kontrollü olarak yetiştirilen Prens Albert’a bu yöntemler ilk başta anlamsız, işe yaramaz görünür ama günler ilerledikçe Lionel’e ve yöntemlerine alışmaya başlar. Tam da bu esnada Almanya’dan Hitler’in sesi duyulur. Prens Albert’ın aksine bu adam esip, gürlemekte yaptığı konuşmalar ile en sağlıklı beyinlere bile sağlıksız düşüncelerin filizlerini atmaktadır. Üzerine İngiltere Kralının ölümü gelir. Prens Albert’ın ağabeyi Prens Edward’ın tahta çıkacağı düşünülse de O, sevdiği kadın ile evlenebilmek için bu hakkından feragat eder. Ve gözler Albert’a çevrilir. Çocukluğundan beri Albert, hep ağabeyinin gölgesinde kalmıştır. Bütün planlar Edward’ın kral olması üzerine kurulmuştur ama hesaplar tutmamıştır. Üstüne üstlük İkinci Dünya Savaşı da kapıdadır. Tüm bunlar olurken Albert’ın ulusuna seslenmesi onlara umut aşılaması gerekmektedir. Önünde ise aşması gereken büyük bir engel…
The King’ s Speech, durağan bir öyküyü sizi sıkmadan gayet iyi anlatabilen bir film. Çoğu dönem filminin aksine ne çok ayrıntı da boğulmuş ne de yüzeysel olarak geçilmiş. Kararında bir film olmuş. Filmin izlenebilirliğini arttıran en önemli unsur (bu senenin filmlerinin çoğunda olduğu gibi) oyunculuklar olmuş. Fanatik bir Jane Austen hayranı olarak Gurur ve Önyargı’nın 1995 tarihli mini dizi uyarlamasında ilk kez seyrettiğim, o zamandan beri seyretmekten büyük zevk aldığım şu güne kadar kötü oynadığı bir filme denk gelmediğim Colin Firth, bu film de tek kelime ile döktürmüş. Hatta onun bu performansı çoktan filmin önüne geçmiş durumda. Anlaşılan o ki ileride bu filmi yönetmeniyle değil Colin Firth ile anacağız. Tıpkı Colin Firth gibi Geofrey Rush’ da her zamanki gibi oldukça iyi. Prens Alberth’in eşi Elizabeth’i oynayan Helena Bonham Carter’da uzun bir aradan sonra “arızasız” bir karakteri çok güzel beyazperdeye taşımış. Prens Edward’ı canlandıran Guy Pearce’de, Lionel’in eşini canlandıran yine Gurur ve Önyargı’nın mini dizisinden hatırlayacağımız Jennifer Ehle’de iyiydi. Cast özenle seçilmiş yani filmin başarısı şansa bırakılmamış.
Bunun dışında The King’s Speech için söylenecek pek fazla bir söz yok. Oyunculukların ön planda olduğu, sıkılmadan izleyebildiğiniz bir dönem filmi. Aslında filmi izlerken aklıma şu soruyu getirmeden duramadım. Ya bu film ülkemizde çekilmek istenseydi neler olurdu? Malum Muhteşem Yüzyıl’ın çıkarmış olduğu yangın halen sürüyor, sönecek gibi de değil. Ama İngiltere’de durum böyle mi? Kral’da olsa Lord’da olsa adamlar en aykırı düşünceden en muhafazakar düşünceye kadar her şeyi tartışabiliyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, ekrana taşıyorlar. Bizdeki gibi orada tarih sadece ders kitaplarında geçiştirilen bir kaç satır olmaktan çıkıyor. Hem bu hem de düşünceye karşı hoşgörü işleniyor akıllara. Ve biz bunları izliyoruz uzaktan. Kendi tarihimizi anlatan filmler, diziler yerine biraz da mecburiyetten The Tudors hanedanın maceralarını izliyoruz. Ekrana yansıyanların tümü gerçek değil ki diyenler olacaktır ama merak etmeden gerçeği de öğrenemeyiz. Kabul etsek de etmesek de günümüzde televizyon dizileri, filmler vb. bu merak kıvılcımını çakıyorlar. En azından benim için öyle. Sanırım biz bunları yeni yeni fark ediyoruz.
Uzun lafın kısası The King’s Speech, başarılı bir film. Oyuncuklar karşısında şapkamızı çıkartıyoruz. Bunun dışında en iyi film ödülüne uzanır mı bilemiyorum. Kesinlikle the social network’den daha fazla hak ediyor bu ödülü ama dün izlediğim Black Swan, öncesinde seyrettiğim Inception dururken bu iki filmden birisinin ödülü alması beni hayal kırıklığına uğratır. Muhtemelen de uğrayacağım o gece 🙂 Çünkü Black Swan da Inception da akademinin tarzını zorlamakta. (Özellikle Black Swan.) Benim için yeni bir Requiem For A Dream dersem sanırım abartmış olmam. Neyse yakında Black Swan ile ilgili bir kaç kelam edeceğim. O zamana kadar görüşmek üzere.
Hoşgörüyle ve Sevgiyle Kalın