RSS

Kategori arşivi: oscar

127 Hours: Sadece Bir Kaya…


Son sürat oscar adayı izlemeye devam ediyorum. Black Swan’a dair bir kaç kelam edecektim ama önce 127 saat hakkında bir şeyler karalamanın daha doğru olduğuna karar verdim. Yoksa muhtemelen yastık altı yapacağım bu filmi. Kendine saklamak da diyemiyeceğim, bir daha izler miyim bilemiyorum. Korkuları, endişeleri su üzerine çıkaran bir film. Gerçek bir hayat öyküsü, çok ama çok gerçekçi olarak perdeye aktarılmış. Şu an bütün kaslarım gerilmiş vaziyette (Gerçi hafta içi deli bir tempo ile çalıştım onun da etkisi olabilir 😛 ) Film boyunca resmen acı çektim. Film bitti halen çekiyorum. Kısacası psikolojinizi alt üst eden bir film. Boşuna değilimiş 18 yaş sınırı ile vizyona sokulması. Neyse konuya geçsem çok daha iyi olacak.
Kahramanımız (Kendi deyimi ile bencil kahramanımız) Aron Raiston maceraperestin tekidir. Kendisini dağa, tepeye vurur durur. Günlerden bir gün Utah’daki kanyonlara yola koyulur çantası sırtında kamerası elinde. Bir yandan tırmanışına başlarken bir yandan da yaşadıklarını kamerasına kaydetmektedir. (Bu hali bana ister istemez çok sevdiğim bir arkadaşımı hatırlattı) Yolculuğu başlangıçta oldukça keyifli geçmektedir. Hatta bir kaç yol arkadaşı bile edinir. Yeni arkadaşları ile ertesi gün şehirde buluşmak üzere vedalaşıp tek başına yoluna devam eder. İşte film de bundan sonra kopar. Ayağı kayıp kendini iki kayanın arasında buluverir. Kolu kayalardan birine sıkışmıştır. Ve büyük sınav başlar. Bizler de iktisat iliminin alasını öğrenmeye başlarız. Çünkü Aron kıt kaynakları ile (bir matara su, bir kaç paket bisküvi, pek de kesici olmayan bir çakı vb.) hayata tutunmaya çalışmaktadır, ayrıca tek kolu devre dışı kalmıştır. Bu savaşın sonucu ne mi olmuştur? O da sır olarak kalsın 🙂
Filmde yaklaşık iki saat boyunca kayaya sıkışıp kalmış bir adamın öyküsünü izliyorsunuz. Aynı mekan, aynı kişi, hatta aynı renkler… Arada bu görüntüyü Aron’un gördüğü halisülasyonlar bozsa da onlar da tamamiyle kaplamıyor yüzeyi. En uzunu 5 dakika bile sürmüyor. Gözlerini açıyor yine kayamızla başbaşa olduğunu idrak ediyor. Ama film (af buyurunuz yine iktisat bilmine atıf yapmamadan edemiyeceğim) kıt kaynakları ile o iki saati size izlettirmesini biliyor. Hem de nasıl izlettirme. Aron’un çektiği acılara ortak oluyorsunuz. Böyle bir sonucun ortaya çıkmasında gerek çekim tekniklerinin gerekse de kurgunun payı büyük. Belgesel tadı da var, reality show tadı da. Bazen tek parçayı göremiyorsunuz ekranda, birbirine geçmiş parçalar gözünüzün önünden geçiyor. İlk başta kafa karıştıracak bir durum olarak gözükse de zihnimiz çoğu zaman özellikle de önemli kararlar arifesinde böyle çalıştığından filmin gerçekçiliği artıyor, sizi avcunun içine alıyor. Velhasıl ortaya da gerçeklik dozajı oldukça yüksek başarılı bir film çıkıyor.
Danny Boyle’un filmlerini beğenen biri olarak bu filmi de başarılı buldum. Hatta bu filmdeki yönetmenlik becerileri en iyi yönetmen dalında oscar aldığı filmden daha iyi. Eğer ödülü daha önce almasaydı bu sene çok rahat alabilirdi. Ayrıca filmin belki de tek oyuncusu, başrol oyuncusu tabirini sonuna kadar hak eden James Franco’yu da unutmamak lazım. Şu an kaslarımız sızım sızım sızlıyorsa payı büyüktür. Gerçi Freaks and Geeks dizisinde umut vaat ettiğini görmüş, Spider Man filmlerini izledikten sonra gümbür gümbür geldiğini söylemiştik. Yüzümüzü de kara çıkarmadı. İleride adını daha da fazla duyacağız. Ayrıca entellektüel birikimiyle de örnek olacak cinsten. Hatta tez zamanda adının önüne Doktor kelimesini ekletecek. Ne diyelim kendisi bulunmaz hint kumaşının canlı kanlı karşılığıdır. Ayrıca vakti zamanında gönlümüzde ayrı bir yeri olan James Dean’i oldukça başarılı bir şekilde canlandırmıştır. Ama başkalarını taklit etmek yerine kendisi olmayı tercih etmiştir. Şimdi de bunun meyvelerini almaya başlamıştır. Evet farkındayım biraz daha James Franco’dan bahsedersem yazı film yazısı yerine fan club yazısına dönüşecek ama elden bir şey gelmiyor. Bu zatın vakti zamanında Spider Man filmlerinden sonraki röportajlarına kazara denk gelerek ne kadar alçakgönüllü, içten ve zeki olduğunu da gördükten sonra insan ister istemez saygıyla karışık derin hayranlık duyguları da beslemeye başlıyor.
Filmin diğer bir can alıcı noktası ise müzikleri olmuş. Danny Boyle bir kez daha A.R. Rahman (bkz. Slumdog Millionare) ile çalışmış. Filmin açılışında görüntüler ile müziğin uyumu harika. Bu durum ise benim gibi müzik müptelarını filmin içerisine biraz daha çekiyor.
Neticede çoğu kişinin aksine bu filmin bileğinin hakkıyla adaylıkları aldığı kanısındayım. İzlenmesi gerçekten zor bir film olsa da iki saatlik apayrı bir macera sunup eksilerimize artılarımıza ayna tutuyor. Eğrisiyle doğrusuyla eteğimizdeki taşları dökebilmek, kendimizle yüzleşebilmek için bir kayanın yolumuzu tıkamasını beklememek gerek. Yoksa çok geç olabilir…
Görüşmek üzere
İyi Seyirler…
 

The King’s Speech: Konuşmak ya da Konuşamamak


Uzun bir aradan sonra herkese tekrardan merhabalar. Hayatım yine o bilindik hızı, karmaşası içerisinde akıp gidiyor. Sanırım böyle olmasından ben de memnunum. Diğer türlü nasıl olurdu düşünmek bile istemiyorum. Biliyorum ki işleri bitirip rahatlasam bile yeni bir meşgale bulup onu sorun yumağına dönüştürmeden duramam. Neyse, konumuz bu değil. Bir başka sefere anlatıyım da diyemiyorum çünkü o sefer hiç uğramıyor limanıma.
Vakti zamanında, oscar ödüllerine aday olan filmleri ödül töreninden önce izleyip, izlenimlerini paylaşacağımı yazmıştım. Kaplumbağa hızıyla da olsa sözümün arkasında durmaktayım dostlar. The King’s Speech ve Black Swan’ı da izledim. Geriye True Grit, Bituful, 127 Hours (Çok merak etmekteyim), Winter’ s Bone, Fighter kaldı. Lafı fazla uzatmadan twitter’ın da etkisiyle bir kaç haftadır gündemi meşgul eden The King’s Speech’e geçelim.
The King’s Speech biz de yine bir çeviri harikası (!) ile Zoraki Kral olarak vizyona giren tipik bir dönem filmi. Şu an İngiltere Kraliçesi olan II. Elizabeth’in babası  Prens Albert’in (aslında zatı muhterem’in oldukça uzun bir ismi var, kolayıma geldiği için sadece Albert dedim) gerçek hayat öyküsünden yola çıkılarak yazılmış. İlk başta tiyatro oyunu olarak arzı endam edilmiş seyirciye. Daha sonra ise filmimizin yönetmeni olan Tom Hooper tarafından seyredilen bu oyun filme uyarlanmak istenmiş. Ve karşımıza bol ödüllü bir yapım olan The King’s Speech ortaya çıkmış.
Film, Prens Albert’in kekemelikle olan mücadelesini anlatıyor. Prens Albert bu sorunundan kurtulmak için pek çok yola başvurmuş, pek çok tedaviden geçmiştir. Ama hiçbiri fayda etmemiştir. Çabasının meyvelerini alamamak ise onun kendine olan güvenini iyiden iyiye yok etmiştir. Artık pes etmiştir ancak tam da o sıra eşi Lionel Lounge adında bir konuşma terapistine görünmesi için eşini ikna eder. Kendisine ısrarla Doktor yerine Lionel denilmesini isteyen terapistin zamanına göre oldukça sıradışı yöntemleri vardır. Katı bir disiplin altında son derece kontrollü olarak yetiştirilen Prens Albert’a bu yöntemler ilk başta anlamsız, işe yaramaz görünür ama günler ilerledikçe Lionel’e ve yöntemlerine alışmaya başlar. Tam da bu esnada Almanya’dan Hitler’in sesi duyulur. Prens Albert’ın aksine bu adam esip, gürlemekte yaptığı konuşmalar ile en sağlıklı beyinlere bile sağlıksız düşüncelerin filizlerini atmaktadır. Üzerine İngiltere Kralının ölümü gelir. Prens Albert’ın ağabeyi Prens Edward’ın tahta çıkacağı düşünülse de O, sevdiği kadın ile evlenebilmek için bu hakkından feragat eder. Ve gözler Albert’a çevrilir. Çocukluğundan beri Albert, hep ağabeyinin gölgesinde kalmıştır. Bütün planlar Edward’ın kral olması üzerine kurulmuştur ama hesaplar tutmamıştır. Üstüne üstlük İkinci Dünya Savaşı da kapıdadır. Tüm  bunlar olurken Albert’ın ulusuna seslenmesi onlara umut aşılaması gerekmektedir. Önünde ise aşması gereken büyük bir engel…
The King’ s Speech, durağan bir öyküyü sizi sıkmadan gayet iyi anlatabilen bir film. Çoğu dönem filminin aksine ne çok ayrıntı da boğulmuş ne de yüzeysel olarak geçilmiş. Kararında bir film olmuş. Filmin izlenebilirliğini arttıran en önemli unsur (bu senenin filmlerinin çoğunda olduğu gibi) oyunculuklar olmuş. Fanatik bir Jane Austen hayranı olarak Gurur ve Önyargı’nın 1995 tarihli mini dizi uyarlamasında ilk kez seyrettiğim, o zamandan beri seyretmekten büyük zevk aldığım şu güne kadar kötü oynadığı bir filme denk gelmediğim Colin Firth, bu film de tek kelime ile döktürmüş. Hatta onun bu performansı çoktan filmin önüne geçmiş durumda. Anlaşılan o ki ileride bu filmi yönetmeniyle değil Colin Firth ile anacağız. Tıpkı Colin Firth gibi Geofrey Rush’ da her zamanki gibi oldukça iyi.  Prens Alberth’in eşi Elizabeth’i oynayan Helena Bonham Carter’da uzun bir aradan sonra “arızasız” bir karakteri çok güzel beyazperdeye taşımış. Prens Edward’ı canlandıran Guy Pearce’de, Lionel’in eşini canlandıran yine Gurur ve Önyargı’nın mini dizisinden hatırlayacağımız Jennifer Ehle’de iyiydi. Cast özenle seçilmiş yani filmin başarısı şansa bırakılmamış.
Bunun dışında The King’s Speech için söylenecek pek fazla bir söz yok. Oyunculukların ön planda olduğu, sıkılmadan izleyebildiğiniz bir dönem filmi. Aslında filmi izlerken aklıma şu soruyu getirmeden duramadım. Ya bu film ülkemizde çekilmek istenseydi neler olurdu? Malum Muhteşem Yüzyıl’ın çıkarmış olduğu yangın halen sürüyor, sönecek gibi de değil. Ama İngiltere’de durum böyle mi? Kral’da olsa Lord’da olsa adamlar en aykırı düşünceden en muhafazakar düşünceye kadar her şeyi tartışabiliyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, ekrana taşıyorlar. Bizdeki gibi orada tarih sadece ders kitaplarında geçiştirilen bir kaç satır olmaktan çıkıyor. Hem bu hem de düşünceye karşı hoşgörü işleniyor akıllara. Ve biz bunları izliyoruz uzaktan. Kendi tarihimizi anlatan filmler, diziler yerine biraz da mecburiyetten The Tudors hanedanın maceralarını izliyoruz. Ekrana yansıyanların tümü gerçek değil ki diyenler olacaktır ama merak etmeden gerçeği de öğrenemeyiz. Kabul etsek de etmesek de günümüzde televizyon dizileri, filmler vb. bu merak kıvılcımını çakıyorlar. En azından benim için öyle. Sanırım biz bunları yeni yeni fark ediyoruz.
Uzun lafın kısası The King’s Speech, başarılı bir film. Oyuncuklar karşısında şapkamızı çıkartıyoruz. Bunun dışında en iyi film ödülüne uzanır mı bilemiyorum. Kesinlikle the social network’den daha fazla hak ediyor bu ödülü ama dün izlediğim Black Swan, öncesinde seyrettiğim Inception dururken bu iki filmden birisinin ödülü alması beni hayal kırıklığına uğratır. Muhtemelen de uğrayacağım o gece 🙂 Çünkü Black Swan da Inception da akademinin tarzını zorlamakta. (Özellikle Black Swan.) Benim için yeni bir Requiem For A Dream dersem sanırım abartmış olmam. Neyse yakında Black Swan ile ilgili bir kaç kelam edeceğim. O zamana kadar görüşmek üzere.
Hoşgörüyle ve Sevgiyle Kalın
 
 

Bir Oscar Töreninin Ardından


Seksen ikinci oscar törenleri takriben üç hafta önce sonuçlandı ancak ben şimdi yorumlarımı yazmaya vakit bulabildim. Öncelikle seyrettiğim en sıkıcı oscar töreni olduğunu söylemeden edemeyeceğim. 1994’den beri kısıtlı imkanlarımla bu töreni takip etmeye çalışan bir sinema sever olarak ilk defa bir oscar töreninde (dikkatini çekerim kırmızı halı seremonisi değil) uyuyakaldım. En iyi kurgu the hurt locker’a gidince en iyi filmi de the hurt locker alacak benim en iyi film tahminim yalan olacak diyerekten uykunun o dayanılmaz hafifliğine kapılıvermişim. Tabi bu durumun ortaya çıkmasında aylardır içinde bulunduğum yoğun çalışma temposunun da etkisi olabilir. Ancak Steve Martin ve Alec Baldwin’in de etkisinin olduğu bir gerçek. Bu kadar mı kötü sunulur bir tören. Sanki adamları silah zoruyla oraya dikmişler gibiydi. Gözlerim haliyle The Return of the Host’u yani Billy Crystal’ı aradı. Ödüllere gelince en iyi filmi The Hurt Locker almalı mıydı, bilemiyorum. Başarılı bir filmdi, bir çokları için savaş yanlısı bir filmdi ama en iyi film ödülünü hak etti mi bilemiyorum. Avatar diye tahminde bulunsam da bu yılın en iyi filmi bana göre District 9’dı. Ama geçmiş yıllarda olduğu gibi (Bkz. A Clockwork Orange, Shawshank Redemption, Eternal Sunshine of a Spotless Mind) bu filmin de Oscar bakımından hakkı yenildi. Şu an herkes ileride Avatar’ın hatırlanacağını söyleye dursun District 9’ın kült film mertebesine ulaşacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Umarım yanılmam. En iyi yönetmen ödülü tam da istediğim gibi oldu. Kathryn Bigelow hak etmişti doğrusu. Sadece the hurt locker değil diğer filmlerinde de (Size point break desem ) başarılıydı.Törende yaptığı konuşmaya gelince ödül kazanan herkes saçmalama hakkına sahiptir bence 🙂
Sandra Bullock dışında en iyi oyuncu ödüllerinin isabetli tercihler (hatta Jeff Bridges için çok geç gelen bir ödül) olduğunu düşünüyorum. Sandra Bullock’ın şansı yaver gitti diyelim. Zaten Carey Mulligan’da bu yetenek varken eninde sonunda bu ödülü alacaktır. Almasa da bizler onu seviyoruz. Ayrıca Teknik ödüller tahmin ettiğim gibi Avatar’a gitti. En iyi uyarlama ve orjinal senaryo ödüllerinde ise ama dediklerim ödül aldı yani pek fazla bir süpriz olmadı. En iyi yabancı film ödülü beni bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı. Bu kategorideki tahminlerim hiç tutmuyor. Bu akademi üyelerinin Michael Haneke’den pek haz etmedikleri aşikar. Beyaz Kurdele yerine daha aydınlık bir film tercih edildi. Tıpkı geçen senelerde olduğu gibi. Beyaz Kurdela’yı heyecan ile bekliyorum (vizyona giriş tarihi sürekli olarak ertelense de)
Bir oscar törenine böylece son noktayı koyduk. Bir daha izlemem demiyorum zira seksen üçüncü oscar törenini de izleyeceğimden adım kadar eminim.

P.S: Hatunsal olaylara yani kırmızı halı seremonisine geçecek olursak bu sene seremoniyi izlemedim. Daha sonra fotoğraflara bakınca pek de bir şey kaybetmediğimi anladım. Geçen senelere göre vasat mıydı yoksa bana mı öyle geldi bilemiyorum. Ben en çok Diane Kruger’ın kıyafetini beğendim. Araştırmalarım sonucunda kıyafetinin Chanel olduğunu öğrendim. Bunun üzerine yorum yapmaya bile gerek duymuyorum. Ama aynı Chanel’in bir diğer kıyafeti Sarah Jessica Parker’ın üzerinde facia gibi durmuştu. Yani Diane Kruger gecenin en şıkı iken Sarah Jessica Parker en rüküşüydü. Ortak noktaları ise ikisinin de elbiselerinin Chanel olması

 
Yorum yapın

Yazan: Mart 24, 2010 in kırmızı halı, oscar, sinema