RSS

Aylık arşivler: Ağustos 2010

Çemberin dışına çıkabilmek


Ben kendilerini geç keşfedenlerdenim. Hayır “Aşk” kitabı ile başlamadı serüvenimiz. Pinhan’dı ilk buluşma. Kurgu ile gerçeği hep karman çorman ettiğimizden bazılarımız Ona kızdı. Ama herkesi memnun etme gibi bir gaye samimiyetsizliği beraberinde getirmez mi? Bir yazar bildiğini okumadığı zaman okuyucunu aldatmaz mı? Neyse ben daha fazla gevezelik etmeyeyim. Edebiyat hakkında uzun zamandır bu kadar içten bir konuşmaya tanıklık etmemiştim. Bloğa koyamadan da edemedim doğrusu. İyi dinlemeler, bol düşünceler ve yorumlar.
Not: Elif Şafak ile buluşmamı sağlayan sevgili dostlarıma yeri gelmişken geç kalmış teşekkürlerimi de sunuyorum.
 
2 Yorum

Yazan: Ağustos 23, 2010 in edebiyat, elif şafak, mekan sahibinin sesi

 

Berusaiyu no bara… Ya da eski bir dost


Sıcaklar yavaş yavaş bitiyor mu yoksa bana mı öyle geliyor? Bilindik telaşlar ve üstüne sıcaklar eklenince, blogtan biraz da olsa elimi eteğimi çektim ama görüldüğü üzere fazla da ayrı kalamadım. Gezi yazılarına ufak bir mola verip, mekan sahibi olmanın dayanılmaz hafifliğine kapılıp bu aralar neler izlediğimden, neler dinlediğimden, neler okuduğumdan kısacası biraz benden bahsetsem iyi olacak.
Uzun bir aradan sonra tekrardan ciddi ciddi anime izlemeye başladım. Ciddi ciddi anime izlemek ne demek diye sorarsan, mekân sahibinin lügatında her gün en azından bir bölüm izlemek, üzerine kafa yormak, yapılan yorumları okumak ve arkadaşlarla ile tartışmak şeklinde bir karşılık bulunabilir. Bir haftadadır Orijinal adı Berusaiyu no bara olan bizde yanlış hatırlamıyorsam evvel zaman içinde Oscar adıyla gösterilen İngilizce adı Rose of Versailles olan animeyi izliyorum. Fransız ihtilalini ve öncesini anlatan, başkahramanı dışında diğer karakterlerin genellikle gerçek kişilerden oluştuğu, haliyle buram buram tarih kokan bir anime. Yayımlandığı yıllarda başta Japonya olmak üzere pek çok ülkede geniş bir hayran kitlesi edinmiş. İzledikçe bunun boşuna olmadığı anlıyorum. 1979 yılının imkânlarını düşündüğümüz zaman eldeki olanaklar ile teknik olarak ortaya bu kadar güzel bir işin çıkmış olması insanı hayrete düşürüyor. Seyirciyi çok güzel yakalıyor anime. Yani sizin hissettiğiniz duyguları eş zamanlı olarak ekrana yansıtabiliyor. (En azından benim için öyle) Sanırım bu nedenle çok sevildi. Tabi bir de öykünün dolu dolu olması, detayların atlanmaması, güzel müzikler… İşte tüm bu nedenler birleşince Berusaiyu no bara bir klasik oluyor, bize de uzun zaman önce bölük pörçük izlediğimiz bu animeyi tekrardan izlemek düşüyor. Umarım anime dünyasındaki bu çeşitlik devam eder ve günün birinde bizim tarihimizi anlatan animeleri de ekranda görürüz. İçimden bir ses bunun pek de uzak olmadığını söylüyor.
Görüşmek üzere.

Meraklısı için Berusaiyu No Bara’nın açılış şarkısı

kusamurani namo shirezu
saiteiru hana narab
tada kaze wo ukenagara
soyoide ireba iikeredo
watashi wa bara no
sadame ni umareta
hanayakani hageshiku

ikiro to umareta
bara wa bara wa
kedakaku saite
bara wa bara wa
utsukushiku chiru
——————————-
flowers without names
blooming in the field
can just sway in the wind
but i was born
with a destiny of roses
born to live in
glory and passion
roses, roses (they)
bloom in dignity
roses, roses
(they) fall (scatter) in beauty
Kaynakça:
-www.anime.gen.tr
-www.eksisozluk.com
 

Erzurum Çarşı Pazar…


Doğu Anadolu’ya şimdilik noktayı Erzurum ile koyayım dedim. Ne de olsa Erzurum’a gitmeseydim ne Kars, ne Ağrı, ne de Batum gezilerim olacaktı. Bir de beş haftalığına da olsa bana ev sahipliği yaptı bu şehir. Sırf bu nedenle bile kendisine teşekkür etmem gerek. O zaman sayın Erzurum, size teşekkürlerimi sunuyorum.
Çok sevdiğim Sarı Gelin türküsü böyle başlar: Erzurum çarşı pazar. Resimlerden, fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla bir zamanlar öyleymiş. Aslında şimdi bile çoğu kurumun, kuruluşun, şirketin, Doğu Anadolu Bölge merkezlerinin Erzurum olması, Atatürk Üniversitesi’ni dolduran öğrenciler kısmen de olsa geçmişin mirası ama öyle benim gibi geçmişin romantizmine kapılıp meydanlarda çarşı pazar ararsanız hayal kırıklığına uğrarsınız. Büyük bir şehir olmasına rağmen sanırım zor hava koşullarının da etkisiyle bu şehrin insanları hayatlarının büyük bir kısmını evlerinde geçirmeyi tercih etmiş. Sokaklarda, caddelerde hiçbir zaman öyle aman aman bir insan yoğunluğunu göremiyorsunuz. Tabi bu durum şehrin çehresine de yansımış.
Erzurum’un dikkat çeken bir diğer özelliği ise (aslında çarşı pazar olmasında da kaynaklanıyor) adreslerde hep bir kapı kelimesi geçmesi, Gürcü Kapı, Kars Kapı, Tebriz Kapı… Tabi olaya hemen müdahale edip çevremdekilere adresler neden böyle, neden burası Gürcü Kapı diye sormadan kendimi alıkoyamadım. Birkaç başarısız cevap denemesinden sonra nihayetinde doyurucu yanıtlara ulaştım. Vakti zamanında çarşısı pazarı meşhur, aynı zamanda önemli bir ilim irfan yuvası olan Erzurum’a gelen giden eksik olmazmış. Misafirler rahat gelip gitsinler, aynı zamanda nerden geldiklerini de bilelim diye şehrin etrafına kapılar yapılmış. Kars’dan gelenler Kars Kapısı’nı, Tebriz’den gelenler Tebriz Kapıs’nı, Erzincan’dan Erzincan Kapısı’nı kullanmaya başlamışlar. Bu kapıların en önemlileri Kars Kapı, Tebriz Kapı, Erzincan Kapı, İstanbul Kapı, Harput Kapı, Gürcü Kapı, Kavak Kapı’ymış. Bunlardan günümüze ise sadece Kars Kapı, İstanbul Kapı ve Kavak Kapı kalabilmiş. Diğer kapılar bilinçsizlik, çarpık yerleşme gibi faktörlerin etkisiyle yok olup gitmişler. Ayakta kalan kapıları gördün mü diye soracak olursanız yanıtım maalesef hayır. Askeri bölge içerisinde kaldığı için diğer kapılardan daha fazla korunan bu nedenle kapıların en şanslısı Kars Kapı’ya askeriye giremediğimizden, Erzurum Kongresi’ne geldiğinde Atatürk’ün geçmiş olduğu İstanbul Kapı’yı alemcilerin bir numaralı mekanı olmasından, Kavak Kapı’yı ise iki mahalleyi birbirine bağlayan bir tünel vazifesi görmesi ve kapının ayırt edilememesinden dolayı göremedik.
Artık adına ne dersiniz deyin tarihimize sahip çıkmama bilinçsizliğimizin tavan yaptığı ilimiz üzülerek söylüyorum ki Erzurum. Başta İstanbul Kapı’nın içler acısı hali varken bir de Çifte Minareli Medrese’nin içler acısını görmek yüreğimi daha da burktu. 18.00-18.30 gibi son derece uygun bir saatte gitmiş olmamıza karşın, alemcilerin de burayı mekan tuttuğu görmek, sürekli atılan laflara maruz kalmak buradan apar topar ayrılmamıza neden oldu. Halkın büyük bir kısmı da tepkili ama bir şeylerin değişmesi için artık devletimizin önlem alması gerekiyor. Sonu gelmeyen özensiz restorasyon çalışmaları ile olmuyor artık. Oysa rivayete göre Tebriz Kapı’nın yerine kurulmuş, çifte minareli medreseye komşu Tebriz Çarşı bir nebze, işte türküdeki çarşı Pazar burası olmalı dedirtiyor ama rahatça gezemedikten sonra neye yarar.


Gelelim şehrin içerisindeki diğer medreseye yani Yakutiye Medresesi’ne. Bu medrese yine bir mimari şah eseri… Görür görmez sevdim kendilerini ama yanına yaklaşmak mümkün olmadı. Yine bilindik uzadıkça uzayan restorasyon çalışmaları. Şehir sakinleri haliyle tepkili… Eski hali çok güzeldi diyorlar sürekli. Ama biz maalesef medresenin etrafını sıralayan demirleri, oraya buraya savrulmuş parçaları gördük. Bir iki kare fotoğraf çekmek istedik ama Çifte Minareli Medrese’deki durum burada da devam etti.

İş güç koşuşturmaca, hafta sonu çevre illere yapılan geziler nedeniyle Aziziye Tablalarına gündüz gözüyle gitmek kısmet olmadı. Gerçi pek çok kişiden birkaç parça taş başka bir şey yok gibi laflar duymuş ve bunlara haliyle kızmış olsam da, bu tablaların ne kadar önemli olduğu bilinen bir gerçek. Tarihi canlandırma fırsatım olacaktı ama olmadı. Lakin biraz daha yakın bir tarihi canlandırma fırsatına eriştim. “Manda ve himaye kabul edilemez” işte bu cümlenin yankılandığı salonda yürümek, o sıralar oturmak fırsatım oldu hem de 23 Temmuz’dan bir gün önce. Hep olumsuzluklardan bahsettim durdum yazım boyunca ama Kongre Binası’nın diğer yapılara nazaran daha bakımlı olduğunu görmek biraz da olsa sevindirdi. Ancak burada da tanıtım yok. Oysa hepimiz biliyoruz Erzurum kongresinin Kurtuluş Savaşımızdaki önemini. Ama bu tarihi uyutmaya karar vermişiz. Bu bakımdan bir kez daha Samsun’u takdir ettim. Atamızın Samsun’a ayak basışını Samsun unutmamış, misafirlerine de unutturmuyor. Ama Erzurum öyle değil. Reklam panolarında Erzurum kongresine dair bir şeyler gördüğümü hatırlayamıyorum. Gerçi İstanbul Kapı’nın, Çifte Minareli Medrese’nin durumu ortada iken bunları istemek fazlasıyla büyük bir beklenti olur.



Gelelim Tortum Şelalesine. Batum gidişinde bu şelaleye de uğramamazlık etmedik. Gerçi çok kötü bir günde gittiğimizin farkındaydık. Önceki yazılarımda da bahsettiğim malum yağmur bulutu yine takipteydi. Gri bir gökyüzü, yer yer hızlanan yağmur ile suyu nispeten çekilmiş bir şelaleyi kayganlaşan zemin nedeniyle güç bela gezebildik. Şelale demek benim lügatımda çok güzel fotoğraf kareleri demektir ama hava koşulları bu hevesimi kursağımda bıraktı. Yine de güzel sayılabilecek bir kaç kare çekmeyi başarabildim.


Böylelikle mekân sahibinin Doğu Anadolu turu şimdilik burada bitiyor. Şunu biliyorum ki bu son olmayacak. İnatla ülkemizin Batısını ve Güneyini tatil mekânı olarak algılayan zihniyete karşın Işığın Doğudan yükseldiğini yineliyorum. Tamam deniz, kum, güneş… Bunlara karşı değilim hatta severim ama biraz da olsa yurdumuzun diğer saklı hazinelerini görebilsek. İshakpaşa Sarayı’nı, Ani Harabeleri’ni, Çifte Minareli Medrese’yi ve adını sayamadığım nicesini. Ama ümitliyim. Özellikle kültür turları nedeniyle insanlarımız ülkemizin sadece Batı’dan ibaret olmadığını anlıyor. Genellikle tembellik eden ancak; tek seferde çok ve uzunca yazan mekân sahibi yeni yolculuklar ve öyküler için müsaadenizi ister.
Görüşmek üzere

Erzurum’a yolu düşecek olanlara naçizane birkaç tavsiye:
– Oltucular çarşısına mutlaka uğrayın. Bin bir modelle bezenmiş oltu taşları sizleri bekliyor. Her zevke hitap eden bir şeyler var. Ama olmazsa olmazı tespihtir. Biraz pahalıdır ama ileride aldığınıza pişman olmazsanız.
– Yöresel tatları denemek istiyorsanız istikamet Erzurum Evleri… Bu tatları eski bir Erzurum evi dikkate alınarak dekore edilmiş bir mekânda yemek daha da bir başka oluyor. (Yukarıdaki fotoğraf bu evden çekilmiş bir karedir)
-Cağ kebabının vatanında bu kebabın çok da başarılı yapıldığını maalesef söyleyemeyeceğim ama Dönerci Hacı Baba’nın dönerini mutlaka denemenizi öneriyorum.
– Palandöken’e uğrayın. Hatta Palandöken’e giderken kayak yapan Dadaş heykelinin önünde fotoğraf çektirin. (Ben yapamadım içimde kaldı)
-Çifte Minareli Medrese, Yakutiye Medresesi, Erzurum Kongresi Binası’nı görmemezlik etmeyin.
– Ve tabiki fon müziği olarak “Sarı Gelin “

 

Kars… Bir de Deli Deli Olma


Kafkaslara açılan kapımız, aklımıza hep karlı manzaraların kazılı olduğu uzak ama bir o kadar yakın güzel ve şirin kentimiz Kars. Karlar altında bir Kars yerine beni, çiçeklerle benzenmiş yemyeşil bir şehir bir karşıladı Demek ki bu bölgeye yazın kavuran sıcağı henüz uğramamıştı. Önce Ani’ye uğrayıp daha sonra Kars’a döndük. Ani’nin sessizliğine inat Kars cıvıl cıvıldı. İnsanlar sanki geç de olsa gelen yazı kutluyorlardı
Yanı başındaki komşusu Erzurum’un aksine Kars’da yaşam sokaklarda, caddelerde akıyor. Adım başı bir çay bahçesi, cafe ve buna benzer mekanlar karşınıza dikiliveriyor. Rahatsız etmeyen hafif bir müzik kulaklarınıza doğru süzülürken, hemen ilerideki lokantadan enfes kokular yükseliyor. Ani’de 3,5 saat süren gezintinin neticesinde insan ister istemez acıkıyor. Çizgi film karakterleri gibi kokunun geldiği yöne doğru uçmak istiyor, Kars’ın simgelerinden biri olan kaz etini denemek için sabırsızlanıyorsunuz. Ama O da ne, Dilek Abla (Hanımeli restoranın sahibi) kar kalktıktan sonra kaz etti yenilmez diyerek kışa kadar sabretmemiz gerektiğini söylüyor. Kaz etinin yerine bir çırpıda masamızı Kars’ın diğer güzel yemekleri ile donatıveriyor. Ah adlarını neden yazmadım ki, hepsinin tatları dilimin ucunda keşke adları da dilimin ucunda olsaydı. Yemekleri büyük bir hızla mideye indiriyoruz. Yemeğin yanında reyhan şurubu eşlik ediyor. Nasıl bir tattır öyle. Reyhan bizim memlekette de çok fazla kullanılır, hatta bu tattan mahrum kalmamak için Ankara’da 7.kattaki evimde küçük bir saksının içerisinde reyhan yetiştirmeye çalışıyorum. (Ne de olsa ninenim bana yadigârı )Ama doğrusu reyhanın şurubunu yapmak hiç aklıma gelmemişti. Ayaküstü bu eşsiz tadın tarifini alıp, yine tekrar Kars sokaklarına vuruyoruz kendimizi. Bu sefer istikamet Kars Kalesi. Aslanlı heykelin mi yoksa atlı heykelin mi oradan dönecektik, kafamız biraz karışıyor. Allahtan sorduğumuz kişiler büyük bir yardımseverlikle ayrıntılı olarak kaleye nasıl gideceğimizi anlatıveriyorlar. Biz de rotamızı çizdikleri pusulaya göre ayarlayıp şehrin sokaklarında kayboluyoruz. Ve o sokaklar insanı hayrete düşürüyor. Geçmişe ışık tutan , pırıl pırıl bakımlı sokaklar. Geçmişin yüküne dayanamayan bazı binalar restorasyon sırasının kendilerine gelmesini bekliyor sessizce. Erzurum ile kıyaslandığında şehirde hummalı bir restorasyon çalışması var. Ve ister istemez kendime şu soruyu soruyorum Üniversiteler Arası Kış Olimpiyatlarını yoksa Kars’mı düzenleyecekti.

Peynircilerin sıralandığı dükkânların önünden geçip sonunda kaleye doğru geliyoruz. Kale adına yakışır şekilde şehrin en tepesinde gözcülük ediyor gelip geçene. Zorlu bir tırmanış bizi bekliyor. Bu tırmanış öncesi kalenin yamacındaki Kümbet Camisi’nde (eski Havariler Kilisesi’nde) soluklanıyoruz. Ani’dekilere nazaran şehrin merkezinde olması bu yapının sağ salim günümüze kadar kalmasını sağlamış. Tek kelimeyle mükemmel bir eser. Özellikle 12 havariye ait kabartmalar değişik ve ilgi çekici. Camiden ayrılıp kaleye doğru yol almışken bir amca bize seslenip, bir yandan caminin tarihçesini anlatıyor bir yandan da nereden geldiğimizi soruyor. Uzun yoldan geldiğimizi öğrenince (Boş bulunup Ankara dediğimden) evine buyur etmek istiyor. Kibarca bir başka sefere diyoruz, hava kararmadan kaleyi gezip Erzurum’ a dönmemiz gerektiğini söylüyoruz. Peki o zaman diyor, ama günü birlik Kars’a geldiğimiz için de bize kızıyor. Çıldır’ı görmeden gitmek olur mu diyor. Bir dahaki sefere diyorum ve kaleye doğru tırmanmaya başlıyoruz. Tırmanış için sağlam kondisyon gerekiyor. Sonunda kaleye varıyoruz.


Kale tüm ihtişamı ile bizleri karşılıyor. Sanırım bozulmadan günümüze gelebilen ender kalelerden birisi. İçerisi hayli büyük. Kale, ayaklarınız altına bir anda tüm Kars’ı seriyor. Manzaranın tadını çıkartırken ansızın tanıdık bir melodi kulağıma takılıyor. Ne o, yoksa tulum sesi mi? Daha sonra sesin kaynağı ortaya çıkıyor. Kafkas Üniversitesi’nden bir grup öğrenci tulum eşliğinde horon tepiyor. Sırtımda şu kocaman çanta ve boynumda fotoğraf makinem olmasa sevgili dostum Miriel’in öğrettiği kadarıyla horon tepenlerin arasına katılacaktım. Ama ben bu güzel görüntüyü kaydetmeyi tercih ediyorum.

Ve yorgunluk yavaş yavaş bedenimde belirmeye başlıyor. Kalenin çimlerinin üzerine kendimi atıyorum. Yirmi dakikalık bir dinlenme molası… Hafif bir rüzgar esmeye başlıyor. Rüzgar ile birlikte kalede su satan amcanın radyosundan yükselen bir Azeri türküsünün ezgileri. Karşımda Kars, çalan türküye eşlik ediyorum. Vakit yaklaşıyor. Güneş ortadan kaybolmak için hazırlanıyor aynı zamanda bizim de ortadan kaybolma zamanımızın geldiğine işaret ediyor. Geziyi neden günü birlik yaptığımızı kendi kendimize sorarak kaleden aşağıya iniyoruz. Heykellerin rehberliğinde yolumuzu çizip, arabamızı buluyoruz. Hareket vakti. Bu kadar zor olacağını tahmin edemezdim doğrusu. Başta Lebethron olmak üzere Karslı pek çok dostum oldu. Onlardan az buçuk bu çok soğuk coğrafyanın insanlarının aslında ne kadar sıcakkanlı, sevecen olduklarını görmüştüm ama bu şehrin tüm sokaklarına bu havanın sirayet ettiğini Kars’ı gezmeden anlayamazdım. Bu durum ister istemez terör belası nedeniyle bu kadar yakınında olup da gidemediğim kendi memleketimi anımsattı. Hafiften içim burkuldu ama aynı zamanda Kars’a bu özlemimi bir nebze olsun giderdiği için teşekkür etmem gerektiğini de hatırlattı. Şükranlarımı sunarak ve yine geleceğime (hem de bu sefer daha uzun süreliğine) söz vererek bu güzel şehirden ayrılıyorum.

Dün ise buraya yazmaya çalıştıklarımın güzel bir özetini sunan Deli Deli Olma filmi televizyonda arzı endam etti. Vakti zamanında gidememiştim ama iyi ki gidememişim. Yoksa ekrana yabancı yabancı bakacaktım . Ani’yi görüp oranın Ani olduğu bilmeyecektim, Alma’nın dediklerini anlayamayacaktım ve bir sürü şey… Filmden gördüğüm kadarıyla, soğuğa çok söylensek de Kars’a kar daha çok yakışıyor. Bir yaz günü gittim Kars’a. Umarım bir sonrakinde kışın yolum düşer bu şirin şehre. Bu sefer söz veriyorum Çıldır’a da gideceğim
Görüşmek üzere.

Kars’a yolu düşecek olanlara nacizhane birkaç küçük tavsiye:

– Kars’ın yöresel yemeklerini tatmak için merkezdeki Hanımeli Restorant’a mutlaka uğrayın.
– Kümbet Cami’ni gezmemezlik etmeyin.
– Kars Kalesi’ne mutlaka tırmanın.
– Ani Harabeleri’ne mutlaka uğrayın. Fotoğraf makinenizi yanınızdan eksik etmeyin. Ayrıca yüksek bellekli bir hafıza kartınızın olması da iyi olur. Şahsen ben 300-350 kare fotoğraf çektim.
– Şehir merkezini süsleyen heykellerin önünde mutlaka fotoğraf çektirin. (Muhtemelen başka şehirlerimizde bu kadar güzel heykeli bir arada bulamayacaksınız.)
– Ben alamadım ama kaşar peyniri almadan evinize dönmeyin.