RSS

Kategori arşivi: mark zuckenberg

you don’t get to 500 million friends without making a few enemies: the social network


Farkındayım, başlık biraz uzun oldu. Ancak filmi çok güzel özetlediği için bu seçim kaçınılmazdı. Evet günlerdir çeşitli film eleştirimenleri toplulukları tarafından yılın en iyi filmi olarak seçilen The Social Network’ü nihayetinde izlemek nasip oldu. Oscar’a sayılı günler kala hakkında epeyce yazılıp çizilen, altın küreyi kolunun altına alıp oscarı da almaya talibim diyen bu filmle ilgili olarak bir kaç kelam etmek de bana farz oldu. Gerçi oscar ödül törenine kadar en iyi film adaylarını izleyip buradan yorumlarımı paylaşmayı planlıyorum. Umarım bu planlarım suya düşmez. Neyse gevezeliğin sırası değil. Ben filme geçeyim. Bu arada şimdiden uyarayım yazı bir miktar spoiler içerebilir.
Facebook benim hayatıma 2007 yılında girmişti. Herkes gibi ben de çok eğlenceli bulmuştum. Arkadaş ekleyip çıkarmaktan ziyade, quiz uygulamaları, film ratingleri, pokerdi, tavlaydı kısacası uygulamalar kısmına bayılmıştım. İtiraf etmek gerekirse de o zamanlar epeyce bir vaktimi de almıştı. Gel gör ki underground takıldığım bu sosyal paylaşım sitesi, ülkemde devesa şekilde büyüdü. Yedisinden yetmişine tüm aile fertlerinin facebook hesaplarının olması bu çılgınlığın en büyük göstergesi. Ama artan kullanıcı sayısı artan mahalle baskısını da beraberinde getirdi. Eskiden gönül rahatlığı ile fotoğraf yüklediğim, durum güncellemesi kısmına aklıma ne gelirse yazdığım facebook eski tadını vermemeye başladı. O nedenle daha az vakit harcamaya başladım ama hesabımı kapatmak gibi bir yolla da girmedim. İyisi ile kötüyse o hesap benimdi, benden izler taşıyordu.
Peki bu facebook neyin nesiydi, nasıl ortaya çıktı ve niye bir çılgınlığa dönüştü. Film bu sorular etrafında şekillenmiş, merkezine ise facebook’un yaratıcısı Mark Zuckerberg’e açılmış iki davayı koyarak. Davalı ve davacılar görüşmelerini sürdürürken, backgroundlar ile facebook’un kuruluş öyküsüne, büyümesine, fenomene dönüşmesine de tanıklık ediyoruz. Anlıyoruz ki Mark Zuckenberg uyumuş uyanmış bir gecede milyarder olmuş bir kişi değil. O da sancılı bir süreç geçirmiş. Hatta yapısı gereği sanırım ileride de huzuru pek fazla bulamıyacak. Dahi olduğu kesin ama beşeri ilişkiler konusunda aynı derece başarılı değil. Zaten ” Ben kötü bir insan mıyım” sorusuna takılmış olması da başarısız ilişkilerinin bir sonucu. Bu nedenle sosyalleşmeye yeni bir platforma yani dijital platforma taşımayı aklına koyuyor. Kız meselesi olarak gösterilse de facebook bu şekilde doğuyor. İlk yatırımcısı da Mark Zuckerberg’in tek dostu Eduardo Saverin oluyor. Eduardo Saverin, Mark Zuckenberg gibi parlak bir zekaya sahip olsa da kendisini ispatlamak amacıyla Harvard’daki Phoenix grubuna katılmak için çalışmaktadır. Bir kez daha anladım ki Harvard’a, Stanford’a gitsen de  popüler olma, bu tarz gruplara katılma ABD’de bir zorunluluk. Bireysel özgürlüğü vaad eden bir ülke de bunların olması ise bir hayli trajı komik. Gerçi dünyanın her yerinde bu böyle. Var olmak için bir grubun parçası olmak…
Başlangıçta the facebook olan, facebook çok geçmeden Harvard’dan bir virüs gibi başka okullara da yayılıyor. Derken napsterın kurucusu işe dahil oluyor ve California günleri başlıyor. Ama hiç bir şey eskisi gibi olmuyor. Mark Zuckenberg tek dostunu kaybediyor. Dostu, Onu mahkemeye veriyor (ki bu konuda yerden göğe kadar haklı) Haliyle  yine bilgisayarına ve kodlarına sarılıyor Zuckenberg, yaralarını sarmak, kalp kırıklıklarını onarmak için.
Filmde geçen diğer bir dava ise vakti zamanında Mark Zuckenberg’in kapısını çalan, the harvard connection adlı bir dating sitesi kurmayı isteyen, Harvard kürek takımının üyeleri, fazlasıyla düzgün ve “beyefendi” olan ikiz kardeşler tarafından açılan fikir hırsızlığı davası. 65 milyon dolarlık tazminat ile olaylar tatlıya bağlanmış.  The harvard connection sitesi hiç kuruldu mu bilinmez ama bu ikiz kardeşler son yaz olimpiyatlarında ABD’yi kürek yarışmalarında temsil etmişler.
Filmin öyküsü kısaca böyle. David Fincher bu sefer oldukça sade bir filme imza atmış. Yine her David Fincher filminde olduğu gibi gri bir atmosfer hakim. Bu durum benim gibi dikkat sorunu yaşayanların öyküye daha fazla konsantre olmalarını sağlasa da pek çok kişinin filmden sıkılmasına neden olmuş. Ayrıca yine Fight Club, Seven gibi diğer Fincher filmlerine kıyasla zihninizi yormayan bir film. Anlaşılan Fincher, modadaki minimalizm akımına kayıtsız kalamayarak suküneti seçmiş. Gerçi Benjamin Button’da da bunun ipuçlarını vermişti.
Oyunculuklara gelecek olursak, bu sade filmi izlenibilir yapan en önemli unsurdu diyebilirim. Özellikle Mark Zuckenberg rolüyle Jesse Eisenberg, Eduardo Saverin rolüyle Andrew Gartfield çok iyi iş çıkarmış. Bir an bu ikisinin gerçek hayatta da sıkı dostlar olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Taze oyuncumuz Justin Timberlake’de fena değildi. Hatta şarkıcılık kariyerine ara vermesi isabet olmuş zira oyunculuğa daha kabiliyetli gibi. Bir de ikiz kardeşlerin arkadaşı rolünde Max Minghella vardı. Hatırlarsanız Agora filminden sonra kendisini yerden yere vurmuştum. Gerçi o zaman rol kendisine bir kaç beden büyük gelmişti. Ama bu filmde tam kendisine göre bir rolde izleme fırsatı bulduk. Rolü kısa olmasına rağmen başarılıydı. Sanırım ileride bu ismi fazlasıyla duyacağız.
Yazıyı sonlandırmadan önce filmin müziklerinin çok iyi olduğunu söylemeden geçemiyeceğim. “Baby, You’re A Rich Man” ile çoktan benim gönlümü fethetti. Tez zamanda arşive eklenmesi şart. Sonuç olarak the social network başarılı ve temiz bir film. Sizi pek fazla yormuyor. Hatta bu dinginliği nedeniyle şimdiden sıkıcı damgasını da yemiş durumda. Ama  özellikle Mark Zuckenberg ve Eduardo Saverin arasında yaşananları görmek açısından iyi bir tercih olabilir. Bu adamlardan bana ne diyorsanız hiç bulaşmayın derim. 27 Şubat gecesinde Oscar’ın en güçlü adayı olmasına karşın süprizlere hazırlıklı olunması konusunda şimdiden uyarımı  yapmak istiyorum. Gerçi o süpriz Inception olursa can kurban olunur ama The King’ s Speech’in olması daha muhtemel. Akademi üyeleri peri masallarını (bkz: Slumdog Millionaire) sever ama teknolojik bir peri masalını tercih ederler mi bilemiyorum. Ayrıca filmin sadeleği hem avantajı hem de dezavantajı. Daha ihtişamlı bir film tercihleri olabilir. Gel gör ki bu sene akademinin sevdiği tarzda ihtişamlı filmler oldukça az. Ama sinema için  iyi filmlerin yapıldığı (gerçi çoğu ülkemde vizyona giremedi) Hollywood filmlerinin de bağımsız sinemaya kaydığı bir yıl oldu 2010. Bu nedenle son üç dört yıldır bana göre sönük geçen, iz bırakmayan oscar töreni bu yıl oldukça canlı geçecek ve uzun yıllar hafızamda yer edecek gibi. Bakalım izleyip göreceğiz. 27 Şubat gelmeden sıradaki filme geçsem iyi olacak. Haydi o zaman The Kids Are Allright başlasın.
Görüşmek Üzere