RSS

Aylık arşivler: Ocak 2011

you don’t get to 500 million friends without making a few enemies: the social network


Farkındayım, başlık biraz uzun oldu. Ancak filmi çok güzel özetlediği için bu seçim kaçınılmazdı. Evet günlerdir çeşitli film eleştirimenleri toplulukları tarafından yılın en iyi filmi olarak seçilen The Social Network’ü nihayetinde izlemek nasip oldu. Oscar’a sayılı günler kala hakkında epeyce yazılıp çizilen, altın küreyi kolunun altına alıp oscarı da almaya talibim diyen bu filmle ilgili olarak bir kaç kelam etmek de bana farz oldu. Gerçi oscar ödül törenine kadar en iyi film adaylarını izleyip buradan yorumlarımı paylaşmayı planlıyorum. Umarım bu planlarım suya düşmez. Neyse gevezeliğin sırası değil. Ben filme geçeyim. Bu arada şimdiden uyarayım yazı bir miktar spoiler içerebilir.
Facebook benim hayatıma 2007 yılında girmişti. Herkes gibi ben de çok eğlenceli bulmuştum. Arkadaş ekleyip çıkarmaktan ziyade, quiz uygulamaları, film ratingleri, pokerdi, tavlaydı kısacası uygulamalar kısmına bayılmıştım. İtiraf etmek gerekirse de o zamanlar epeyce bir vaktimi de almıştı. Gel gör ki underground takıldığım bu sosyal paylaşım sitesi, ülkemde devesa şekilde büyüdü. Yedisinden yetmişine tüm aile fertlerinin facebook hesaplarının olması bu çılgınlığın en büyük göstergesi. Ama artan kullanıcı sayısı artan mahalle baskısını da beraberinde getirdi. Eskiden gönül rahatlığı ile fotoğraf yüklediğim, durum güncellemesi kısmına aklıma ne gelirse yazdığım facebook eski tadını vermemeye başladı. O nedenle daha az vakit harcamaya başladım ama hesabımı kapatmak gibi bir yolla da girmedim. İyisi ile kötüyse o hesap benimdi, benden izler taşıyordu.
Peki bu facebook neyin nesiydi, nasıl ortaya çıktı ve niye bir çılgınlığa dönüştü. Film bu sorular etrafında şekillenmiş, merkezine ise facebook’un yaratıcısı Mark Zuckerberg’e açılmış iki davayı koyarak. Davalı ve davacılar görüşmelerini sürdürürken, backgroundlar ile facebook’un kuruluş öyküsüne, büyümesine, fenomene dönüşmesine de tanıklık ediyoruz. Anlıyoruz ki Mark Zuckenberg uyumuş uyanmış bir gecede milyarder olmuş bir kişi değil. O da sancılı bir süreç geçirmiş. Hatta yapısı gereği sanırım ileride de huzuru pek fazla bulamıyacak. Dahi olduğu kesin ama beşeri ilişkiler konusunda aynı derece başarılı değil. Zaten ” Ben kötü bir insan mıyım” sorusuna takılmış olması da başarısız ilişkilerinin bir sonucu. Bu nedenle sosyalleşmeye yeni bir platforma yani dijital platforma taşımayı aklına koyuyor. Kız meselesi olarak gösterilse de facebook bu şekilde doğuyor. İlk yatırımcısı da Mark Zuckerberg’in tek dostu Eduardo Saverin oluyor. Eduardo Saverin, Mark Zuckenberg gibi parlak bir zekaya sahip olsa da kendisini ispatlamak amacıyla Harvard’daki Phoenix grubuna katılmak için çalışmaktadır. Bir kez daha anladım ki Harvard’a, Stanford’a gitsen de  popüler olma, bu tarz gruplara katılma ABD’de bir zorunluluk. Bireysel özgürlüğü vaad eden bir ülke de bunların olması ise bir hayli trajı komik. Gerçi dünyanın her yerinde bu böyle. Var olmak için bir grubun parçası olmak…
Başlangıçta the facebook olan, facebook çok geçmeden Harvard’dan bir virüs gibi başka okullara da yayılıyor. Derken napsterın kurucusu işe dahil oluyor ve California günleri başlıyor. Ama hiç bir şey eskisi gibi olmuyor. Mark Zuckenberg tek dostunu kaybediyor. Dostu, Onu mahkemeye veriyor (ki bu konuda yerden göğe kadar haklı) Haliyle  yine bilgisayarına ve kodlarına sarılıyor Zuckenberg, yaralarını sarmak, kalp kırıklıklarını onarmak için.
Filmde geçen diğer bir dava ise vakti zamanında Mark Zuckenberg’in kapısını çalan, the harvard connection adlı bir dating sitesi kurmayı isteyen, Harvard kürek takımının üyeleri, fazlasıyla düzgün ve “beyefendi” olan ikiz kardeşler tarafından açılan fikir hırsızlığı davası. 65 milyon dolarlık tazminat ile olaylar tatlıya bağlanmış.  The harvard connection sitesi hiç kuruldu mu bilinmez ama bu ikiz kardeşler son yaz olimpiyatlarında ABD’yi kürek yarışmalarında temsil etmişler.
Filmin öyküsü kısaca böyle. David Fincher bu sefer oldukça sade bir filme imza atmış. Yine her David Fincher filminde olduğu gibi gri bir atmosfer hakim. Bu durum benim gibi dikkat sorunu yaşayanların öyküye daha fazla konsantre olmalarını sağlasa da pek çok kişinin filmden sıkılmasına neden olmuş. Ayrıca yine Fight Club, Seven gibi diğer Fincher filmlerine kıyasla zihninizi yormayan bir film. Anlaşılan Fincher, modadaki minimalizm akımına kayıtsız kalamayarak suküneti seçmiş. Gerçi Benjamin Button’da da bunun ipuçlarını vermişti.
Oyunculuklara gelecek olursak, bu sade filmi izlenibilir yapan en önemli unsurdu diyebilirim. Özellikle Mark Zuckenberg rolüyle Jesse Eisenberg, Eduardo Saverin rolüyle Andrew Gartfield çok iyi iş çıkarmış. Bir an bu ikisinin gerçek hayatta da sıkı dostlar olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Taze oyuncumuz Justin Timberlake’de fena değildi. Hatta şarkıcılık kariyerine ara vermesi isabet olmuş zira oyunculuğa daha kabiliyetli gibi. Bir de ikiz kardeşlerin arkadaşı rolünde Max Minghella vardı. Hatırlarsanız Agora filminden sonra kendisini yerden yere vurmuştum. Gerçi o zaman rol kendisine bir kaç beden büyük gelmişti. Ama bu filmde tam kendisine göre bir rolde izleme fırsatı bulduk. Rolü kısa olmasına rağmen başarılıydı. Sanırım ileride bu ismi fazlasıyla duyacağız.
Yazıyı sonlandırmadan önce filmin müziklerinin çok iyi olduğunu söylemeden geçemiyeceğim. “Baby, You’re A Rich Man” ile çoktan benim gönlümü fethetti. Tez zamanda arşive eklenmesi şart. Sonuç olarak the social network başarılı ve temiz bir film. Sizi pek fazla yormuyor. Hatta bu dinginliği nedeniyle şimdiden sıkıcı damgasını da yemiş durumda. Ama  özellikle Mark Zuckenberg ve Eduardo Saverin arasında yaşananları görmek açısından iyi bir tercih olabilir. Bu adamlardan bana ne diyorsanız hiç bulaşmayın derim. 27 Şubat gecesinde Oscar’ın en güçlü adayı olmasına karşın süprizlere hazırlıklı olunması konusunda şimdiden uyarımı  yapmak istiyorum. Gerçi o süpriz Inception olursa can kurban olunur ama The King’ s Speech’in olması daha muhtemel. Akademi üyeleri peri masallarını (bkz: Slumdog Millionaire) sever ama teknolojik bir peri masalını tercih ederler mi bilemiyorum. Ayrıca filmin sadeleği hem avantajı hem de dezavantajı. Daha ihtişamlı bir film tercihleri olabilir. Gel gör ki bu sene akademinin sevdiği tarzda ihtişamlı filmler oldukça az. Ama sinema için  iyi filmlerin yapıldığı (gerçi çoğu ülkemde vizyona giremedi) Hollywood filmlerinin de bağımsız sinemaya kaydığı bir yıl oldu 2010. Bu nedenle son üç dört yıldır bana göre sönük geçen, iz bırakmayan oscar töreni bu yıl oldukça canlı geçecek ve uzun yıllar hafızamda yer edecek gibi. Bakalım izleyip göreceğiz. 27 Şubat gelmeden sıradaki filme geçsem iyi olacak. Haydi o zaman The Kids Are Allright başlasın.
Görüşmek Üzere
 

Sadece Gülümse…


Çılgın çalışma temposu içerisinde koştururken buraları çok ihmal ettim, farkındayım. Gözlerim bilgisayar ekranına bakmaktan kan çanağına döndü. Az kaldı diyorum kendi kendime az kadı. Bu geceki yol arkadaşım David Gilmour’un Smile’ı oldu. Buyurunuz, bu kime söyleneceği belli olmayan bir nevi öksüz kalmış  parçayı…Kim bilir belki bir sahibi çıkar, evlat edinir.
Would this do
To make it all right
While sleep has taken you
Where I’m out of sight

I’ll make my getaway
Time on my own
Search for a better way
To find my way home
To your smile
Wasting days and days
On this night
Always down and up
Half the night

Hopeless to reminisee
Through the dark hours
We’ll only sacrifice
What time will allow us
You’re sighing… sighing

All alone
Though you’re right here
Now it’s time to go
From your sad stare

Make my getaway
Time on my own
Needing a better way
To find my way home
To your smile

 

Ne şanslıyız ki Pink Floyd gibi şahane bir grup, bu grubun birbirinden yetenekli üyeleri var. Sanırım tek başıma ıssız bir adaya düşsem yanımda bir Pink Floyd albümünün olmasını oldukça isterim (diğer isteyeceğim ise muhtemelen Janis Joplin olurdu) Neyse gece gece işin ucunu iyiden iyiye kaçırdım. Tek başına ıssız adaya düşmek tövbe tövbe…Bu arada yılbaşı kararlarımı uygulamaya çalışıyorum. Şimdi David Gilmour’u görünce serdiğimi filan zannetmeyin. Vakit bulunca konuyla ilgili kapsamlı bir yazı yazmayı planlıyorum. Hatta dayanamayıp Broken Bells grubunu pek bir beğendiğimi şimdiden yazıyorum. Bu grubun ismini ileride fazlasıyla duyacağız, benden söylemesi. Eh bu konularda bazen tutturduğum oluyor. Mesala Kings of Leon için bunu söylemiştim vakti zamanında, çocuklar yüzümü kara çıkartmadılar çok şükür 😛
Neyse yolcu yolunda gerek. Umarım tez vakit de uzun çok uzun yazılarda buluşmak üzere.
 
Yorum yapın

Yazan: Ocak 23, 2011 in david gilmour, Müzik, pink floyd

 

Çerezlik Bir Kitabın Anatomisi: Ye Dua Et Sev


Bu gün keşke tatil olsaydı sevgili mekan sakinleri. Ama maalesef değil. İş, iş, iş… Benim çalışacak halim kalmadı. Işık görünmesene göründü ancak o ışığa koşmak için dermanım da tükendi. Belki zihnimi sürekli aynı şeyler ile meşgul etmem bu yorgunluğumun sebebi. Ben de hem bu duruma bir son vermek hem de almış olduğum yeni yıl kararlarını uygulamak için çaba sarf ettiğimi göstermek için burada soluğu aldım.
Geçen hafta sonu 22 saatlik bir İzmir macerası yaşadım. Gittiğim ile geldiğim gerçekten bir oldu. Hava çok güzeldi ama Kordon’a inecek vaktim bile olmadı. Bornova-Üçyol- Balçova arasında koşturup durdum. Ancak tüm bu deli koşuşturmacaya gerçekten değdi. Çok sevdiğim bir insanın en özel gününde mutluluğunu paylaşmak çok güzeldi. Ayrıca bu kişinin büyük ihtimalle bu sene içerisinde göreceğim en güzel gelin olması da bu mutluluğu katmerlendirdi. Ne diyelim mutluluğunuz bir ömür boyu sürüp gitsin.
Bunun dışında İzmir’den bir de felç olmuş trafik görüntüleri kaldı hafızamda. Özellikle Fahrettin Altay ve civarı metro çalışmaları nedeniyle delik deşik olmuş. Gerçi uzun yıllardır metro çalışmaları nedeniyle çukurlar, tüneller ve bilimum garip oluşumlar ile yaşamayı kanıksamış bir Ankara’lı olarak ağırbaşlılıkla durumu kabullenmiş olmam sevgili İzmirliler’i biraz şaşırttı. Cevabım hazırdı. “Ankaralıyım, bunlara alışığım” Hesaba kitaba vurunca Ankara’da bacak kadar çocukken başlayan metro çalışmaları halen devam ediyor. Umarım torunlarımız bittiğini görebilir 😛
İzmir seyahatim sırasında aylardır elimde sürünen, ağzıma sakız olan Ye, Dua Et, Sev ya da benim deyişimle Ye,İç,Yan Gel Yuvarlan kitabını bitirdim. (İstiflenen kitapların hepsini bitireceğimi söylemiştim işte ilk örneği) Üç buçuk ayda bu kitabı ancak bitirebildim. Oysa ben bu kitabı çerez niyetine almıştım. Aklınıza çerezlik kitap nedir sorusu gelecektir, açıklayayım. Şimdi çerezlik kitap kolayca okunan, üzerinde fazlaca düşünülmeyen, genellikle suratınızda aptal bir gülümse oluşturan kendini iyi hisset kitaplarıdır. Yani fazlasıyla klişe içeren romantik komedi filmlerinin eş değeridir.Ruh halim nedeniyle zaman zaman çerezlik filmlere zaman zaman ise çerezlik kitaplara saldırdığım olur. İşte bu kitabı da o anlardan birinde almıştım (Doğum günüm arifesinde, ne kadar korkutucu 😦 ) Velhasıl bu kitap üzerinde çok fazla kafa patlamama rağmen çabucak bitmedi.
Öncelikle kitap, yazarın üç farklı ülkede yaşadıklarını anlatıyor. Bu ülkeler sırasıyla : İtalya, Hindistan ve Endonezya.( Gitmeyi istediğim bu üç ülkenin kitabı satın almama etkisinin olduğunu itiraf etmeden de geçemiyeceğim.) Kitap da bu üç ülkeden yola çıkarak, her bölümde 36 adet öykü olmak üzere üç kısma ayrılmış.
1.Bölüm İtalya
Bu bölüm keyfe adanmış. Yazarımız ve kitabımızın baş kahramanı Elizabeth Gilberts sancılı bir boşanma sürecinden sonra kafasını biraz olsun dağıtmak üzere İtalya’da soluğu alıyor. Roma’da bir apartman dairesi kiralıyor. Kendisini çok sevdiği İtalyanca’ya (ki bu sevgisini çok iyi anlayabiliyorum) ve İtalyan yemeklerine veriyor. Yediği yemeklerden uzun uzadıya bahsediyor. (Bu arada biz okuyuculara afakanlar basıyor.) Arada sırada İtalyanca’ya ilişkin benim bilmediğim bir kaç güzel bilgiyi de paylaşıyor. (Örneğin çağdaş İtalyanca’nın Dante’nin İlahi Komedyası’ndan yola çıkılarak oluşturulduğu) Açıkçası konu İtalya ve İtalyanca olunca bu bölüme ilişkin beklentilerim epey yüksekti ama kitapta en fazla sıkıldığım bölüm maalesef bu bölüm oldu. İnsanların keyiften anladıkları farklı farklı olabiliyormuş. Mesala Elizabeth için keyif yemek yemekmiş. Şayet ben İtalya’da olsam benim için keyif Roma’nın bir ucundan bir ucuna dolaşmak, bütün müzeleri gezmek, bol bol fotoğraf çekmek olurdu.
2. Bölüm Hindistan
Bu bölüm kendini bulmaya adanmış. Keyiften dört köşe olan (İtalya’da geçirdiği zaman zarfında onbeş kilo’ya yakın kilo alan) Elizabeth bu sefer kaybettiği iç huzurunu bulmak için gurusunun Hindistan’da bulunan aşramına doğru yola çıkar. Artık keyif verici yemeklerin yerini meditasyonlar, öğretiler alır. Kolay değildir ilerlediği yol ama hayata dair önemli dersler çıkarır. Açıkçası sıkıntıdan boğulduğum İtalya bölümünden sonra bu bölüm için hiç bir beklentim kalmamıştı ancak benim açımdan kitabın zevkle okuduğum yegane bölümüydü. Sanırım Elizabeth’in yaşadıklarının günlük hayatta ucundan kıyısından bizler de yaşadığımızdan anlattığı öyküler tanıdık geldi. Onu anlayabildim.
3. Bölüm Endonezya
Son bölüm ise dengeye adanmış. Bu dengeyi ise Elizabeth’e Bali adası sunuyor. ( Haliyle insanın içinden böyle dengeye can kurban diyesi geliyor.) Önce yaşlı şifacıyı, sonra genç şifacıyı en son da Elizabeth’in biricik Brezilyalı sevgilisi Felippe’yi tanıyoruz. Tahmin ettiğiniz üzere hikayemiz mutlu son ile bitiyor. Gerçi buna yazarın kendisi de inanamıyor. Burada yine aşkın ne zaman kapınızı çalacağı belli olmaz lafı beyinlerimize kazınıyor. (Ben halen buna inanmıyor olsam da) Elizabeth’in aşk hikayesinin arasında Bali kültürüne ilişkin olarak faydalı bilgiler de öğreniyoruz. İtiraf etmek gerekirse bu bölümün en sevdiğim kısmı da bu bilgilendirmeler oldu. Yolum bir gün Bali’ye düşerse (Umarım, çok umarım) neleri yapıp neleri yapmıyacağım konusunda az da olsa malumatımın olması iyi oldu.
Kısacası Ye, Dua Et, Sev tipik bir oku, üzerinde fazla düşünme, kendini iyi hisset kitabı. Kitabın kapağının üzerinde yazanların yalancısı olarak bu kitap, Dünya çapında sekiz milyondan fazla sattğını söylüyorum. Demek oluyor ki çoğu insan bu kitabı benim gibi sıkıcı bulmamış. Hatta ABD’de bir fenome dönüşmüş. Oprah’dan Hillary’e herkes bu kitabı çok sevmiş (Ben de bir sorun var sanırım :P) Haliyle filme çekilmesi de uzun sürmemiş. Hatırlarsanız 2010’nun sonuna doğru filmi sinemalarımızda arzı endam etmişti. Filmin yapımcılığını Brad Pitt üstlenmiş. Başrolleri ise Julia Roberts, Javier Bardem ve James Franco paylaşmış. Gel görki üç J’nin varlığına rağmen film, özellikle kitabı okuyanlar tarafından hiç sevilmemiş. (Sanki, Imdb puanı da buna bir işaret) Henüz filmi izlemedim. Belki üç J’nin hatrına izleyebilirim ama sonuna kadar tahammül edebilir miyim bilemiyorum.
Uzun lafın kısası eğer okuyacak çerezlik bir kitap arıyorsanız Ye, Dua Et, Sev’ i maalesef öneremiyeceğim. Kesinlikle akıcı bir kitap değil. Belki bu durumun ortaya çıkmasında Türkçe çevirisinin de bir parmağı olabilir, bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki bunun yerine çerez statüsüne sahip olup sizi hem eğlendirecek, hem de sıkmayacak daha güzel kitaplar var. Mesala İtalyanca Aşk Başkadır mesala Şeytan Marka Giyer…
Neyse benden bu kadar ilk kitap incelememiz Ye, Dua Et, Sev’e kısmetmiş. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Yaptık bir hata ne derseniz deyin artık. Şu an Ayşe Kulin’in Türkan’nını okuyorum. Görünen o ki Türkan, elimde aylarca sürünmeyecek. Şimdilik çok iyi gidiyor. Bitirip bitirmez dilim döndüğünce burada görüşlerimi de paylaşacağım. Velhasıl dediğim üzere insan zaman zaman çerezlik kitaplara da ihtiyaç duyuyor. Ye, Dua Et, Sev’den sonra bu tarz kitabım kalmamış. Bu konudaki önerilerinizi bekliyorum.
Görüşmek Üzere
Sağlıcakla Kalın.
 

güle güle ve merhaba: 2010-2011


Sonunda 2010’u devirdik 2011’e başladık. Daha dün gibi hatırlarım 2000 Millenyum heyecanını, bilgisayarların çökeceği endişesini . Ama daha durun 2012’miz var, Maya Kehanetlerimiz var, hatta geçen sene buna ilişkin olarak çekilmiş büyük bütçeli bir Hollywood filmimiz var. Gerçi film, harici bellekte benimle birlikte yurdum yollarında dollanmaktan bitap düştü, ama halen izlemedim. Neyse bu filmi de 2011 kararlarımın içerisine de eklesem fena olmayacak.
Yeni yıl kararları listesine geçmeden önce 2010’a vefa borcumu ödesem yani son bir durum değerlendirmesi yapsam fena olmayacak. Geçen yıla baktığımda en çok yüksek lisansı en sonunda kazasız belasız tamamlayabilmeme sevindim. Bu gelecek günler için de umut ışığını yeniden doğurdu. Evet o akıllanmayan insanlardadım. Yüksek lisansda çektiğim eziyetler yetmemiş olacak ki doktora yapmaya can atıyorum. Bunun için sınav salonlarına hızlı bir dönüş yaptım. Hızlı dediysem kaplumbağa hızı demek daha doğru olur. Seneler çok şey götürmüş. Bilgiler unutulmuş değil ama pratik yapmak gerek. İşte yapılacak pratikler de yeni yıl kararlarının bir kısmını oluşturuyor. Yüksek lisans dışında son dört yılda olduğu gibi biraz zorunluluktan biraz da kendi isteğimle bu sene de epeyce gezdim. Hatta sınırları aşıp kapı komşumuz Gürcistan’a bir merhaba deyip geldim. Yorucuydu ama güzeldi. Yılın son günlerinde ise zorunlu gezilerin azalacağı haberiyle sevindim. Bazılarınız şaşırabilir ama tüm bu gidiş gelişler ve ucundaki belirsizlik, belirsizlikle kol kola giren yalnızlık yorucu olabiliyor. Kolay değil beş sene olmuş. Artık plan yapabilmenin özgürlüğünü istiyor insan bir de fırsatları kaçırmamayı (özellikle ucuz uçak biletlerini ve konserleri 😉 ) İş, güç bu sene yine baş döndürücü temposuyla yanımdaydı. Yalnız kalmamam için yapıyor bunu biliyorum. Özellikle son aylarda hayatımın hiç bir döneminde çalışmadığım kadar çalıştım. Gerçi halen çalışıyorum. Bitmedi bitmiyor. Bunun için üzülmenin de nafile olduğunu geç de olsa anladım. Bu hep böyle sürüp gidecek. Bu iş bitecek sonra yenisi başlayacak…Neyse ama artık yılın belli bir döneminde tatildeyim diyebileceğim.
Mutluluğun, sevincin, başarının olduğu yer de gözyaşı, üzüntü ve başarısızlar da vardır. Belki hatırlanmazlar belki de hiç akıldan çıkmazlar. Çok şükür geçen yıl büyük bir üzüntü ile karşılaşmadım. Var oluşumuzdan bu yana süre gelen soruları kendime dert ettim durdum. Sonrasında kendi kendime güldüm, üzüldüğün şeylere bak diyerek. Ama özellikle tek başına olduğunuz, kimse ile konuşamadığınız dönemlerde hüsnü kuruntularınız dünyadaki açlık, sağlık, çevre sorunlarından daha büyük görünüyor. İnsanoğlu doğuştan bencil ne yaparsın. İşte bu benciliğimin arasında bir kez daha “İnsanları tanıyamıyor” oluşuma çok ama çok üzüldüm.
2010’da diğer yıllardaki gibi yine sinemayı, edebiyat dünyasını, müzik piyasasını en kötü alışkanlığım olan dizilerimi elimden geldiğince takip ettim durdum. Pas tutan kalemimi açmak ve nefes alabilmek içinse bu bloğu açtım. Kafama göre yazıyor, çoğu kez dırdır edip duruyorum.
Velhasıl 2010’un kısa özeti (!) böyle oluverdi. 2010’un son saatlerini yılın ilk dakikalarını evimde karşılayabilmek için şehirler arası otobüs yolculuğu yaparak geçirdim. Şansıma bu sefer yolculuk esnasında bana zorla çay, kahve içermeye çalışan muavin yoktu. Bu açıdan huzurlu bir yolculuk oldu. Bir de Fox TV açık değildi. Çünkü her yolculuğumda bu TV kanalını ve nedense hep birbirine benzeyen izleyen dizilerini zorunlu olarak izlemek bıkkınlık vermeye başlamıştı. (Özellikle Ömre Bedel, ismi gibi gerçekten Ömrümüze Bedel. Bu dizinin yanında yine bir Fox TV klasiği olan Arka Sıradakiler gayet tutarlı bir dizi olarak kalıyor. Yok DNA testiymiş, yok sütüne zehir koymaymış tövbe tövbe) Onun yerine yılbaşına yakışacak bir filmi izleme fırsatım oldu. Bu kaçıncı izleyişim bilmiyorum ama bu serinin ilk filmlerine karnıma ağrılar girecek kadar gülüyorum. Doğru tahmin ettiniz : Hababam Sınıfı. Yine Damat Feriti, İnek Şabanı, Güdük Necmisi, Hafize Anası beni çok güldürdü. Saygımızın sonsuz olduğu Kel Mahmut Hocamız ise hem güldürdü, hem düşündürdü. Kendilerine acil şifalar diliyorum yeri gelimişken.
İlk film bittikten sonra ikinci bir film daha takıldı DVD playere. Ama o film Hababam Sınıfının yanına yaklaşamadı. Saçma sapan bir Hollywood filmi, gülemediğim belden aşağı espriler, iğrenç bir oyunculuk sergileyen sevgili Bruce Wills. Ah Bruce biz seni böyle mi bilirdik. Nerede o Mavi Ay’ın hınzır dedektifi. Bu filme hiç musallat olmadım. Yanımdaki kitaba gömüldüm. Şansa bak ki o da zorunlu olarak “Ye, Dua Et, Sev” di (Gerçi kitabın ismini kendime göre uyarladım Ye, İç, Yan Gel Yuvarlan)
Bu kitabı çerez niyetine, bir çırpıda okuyup, aaa bir kısmı da İtalya’da geçiyormuş aman ne güzel diyere doğum günüm öncesinde kendi kendime hediye etmiştim (Kendime hediye almaya bayılıyorum. Megaloman mıyım neyim?) Ama hiç de beklediğim gibi çıkmadı. Kitap gıdım gıdım ilerledi, hem de İtalya kısımda. Oysa ben İtalya’yı ve özellikle de İtalyanca’yı pek bir severim. İtalyanca kulağıma hoş gelir, konuşması pek bir zevk verir . Gel gör ki kitapta bir anlatılmış okurken afakanlar bastı. Yahu İtalya kısmı böyle ise Hindistan ve Endonezya kısmı nasıl olabilir di düşünmek dahi istemedim. Biraz da taşıma kolaylığı (9.90 TL’lik özel basım)nedeniyle bu kitaba ikinci bir şans daha verdim, bavuluma atıverdim. Zaten kavga dövüş İtalya kısmını bitirmiştim. Hindistan kısmının ise bir öyküsünü okumuş bırakmıştım. Cep telefonumun kulaklığını almama gafletimden dolayı müzik dinleyemem de eklenince Bruce Wills’in hatıralarımda Mavi Ay’daki gibi kalması için var gücümle kitabı okumaya konsantre oldum. Sanırım sonuç da verdi. İkinci kısım su gibi akıp gitti. Kendimden de bazı parçalar bulmamın da etkisi olmuştur ama ilk kısıma göre çok daha samimiydi. Kitabı zaten içsel yolculuğun öyküsünü okuyabilmek için almıştım. Tamam yemek yemekte kişinin yolculuğunu bir parçası ama 200 sayfanın sadece yemek yemekten ibaret olması ( o tatlara benim haliyle Fransız kalmam) bıkkınlık vermişti. Ama ikinci kısım öyle değildi. Bazı bölümlerini çok sevdim. İlerde burada küçük küçük alıntılara da yer vermek istiyorum. Kitaba kendimi kaptırmamın meyvesini ikinci bölümü bitirerek aldım. O sırada Ankara’ya da varmışım. Saat 23:15’di. Korkulan olmadı. Yılın ilk dakikalarında evde olacaktım. Bizimkiler beni almaya gelmişlerdi. Yalvar yakar A.O.Ç’e uğrayarak kokoreçimi aldım. Çok mutluydum. Uzun zamandır bu tada hasret kalmıştım (Yukarıda yazar için o kadar serzenişte bulundum ama şu an aynısını ben yapıyorum, farkındayım) Evde beni bekleyen haydari ile pek bir güzel gitti doğrusu. Bu küçük çaplı ziyafet sonrasında televizyonu açtım. Saat 23.45’di. Kanallar arasında zapping yaptım, doğrusu cnbc-e dışında dişe dokunur bir şey bulamadım.
Cnbc-e ‘de Glastonboury Festivalini veriyordu ki gayet güzel bir seçimdi. Aslında yılbaşlarında tercihim en doğudan başlayarak saat sat ülkelerin yılbaşına girişlerini izlemektir ama sağolsun son yıllarda NTV, CNN Turk ve türevleri düet çılgınlığını çıkartalı bu zevkimden de mahrum oldum. Muhteşem düetlermiş, öyle lanse edildi ama benim hiç birine kanım ısınmadı. Hal böyle olunca cnbc-e den başka seçeneğimiz kalmadı. Kapanışı Muse- Uprising ile yaptık. Evin balkonunda bir yandan atılan havai fişekleri izleyerek bir yandan Uprising’i söyleyerek ve tabiki angelic stili dans figürleri ile yılbaşına merhaba dedim. Muse dinlerim ama öyle bir düşkünlüğüm yoktur. (Biraz solistlerine gıcıklığım var, antipatik buluyorum kendilerini.) Ama arkadaşların sahne performansları gayet iyiymiş. Bakalım bu seneye Muse dinleyerek girdik haydin hayırlısı sevgili mekan sakinleri… Aslında şahene olan Glastonboury. Bir gün umarım gidebilirim. (Bunu da hayatta yapılması gerekenler listeme eklesem fena olmayacak. Görüldüğü üzere bir listeler savaşı yaşanıyor. Bundan sonra böyle 😛 )
Sonrasında Victoria’s Secret Fashion Show başladı. Gerçi biz bunu sevgili nix ile yine bir yılbaşı izlemiştik. Heidi Klum’a hasta olmuştuk o sene. Nereden nereye.. Bak Heidi bile emekli olmuş. Şov gayet başarılıydı. Hatunlar güzeldi (Şimdi Allah var yukarda çirkinlerdi dersem çarpılırım) Bayan olmama rağmen ben bunları söylüyorsam şovda ağzı kulaklarında şarkı söylediği için eleştiri konusu edilen Akon’nun üzerine de pek gitmemek lazım. Gerçi Angel şarkısının sonunda çıkan sarışın mankenden gözlerini alamadı, bir an sarılıp öpecek zannettim. Yeni bir Heidi Klum&Seal vakası olursa hiç şaşırmam. Katy Pery’ de yakışmıştı. Bu sene sanırım geçen seneye göre hem şov, hem de modeller daha iyiydi. Victoria’nın sırrını yine öğrenememiş ve ülkeme halen mağaza açmamış olmasının vermiş olduğu kızgınlıkla (!) kendimi yatağa sürükledim. Güzel bir uyku çektim. Evet 2010’u bu şekilde bitirip 2011’e bu şekilde merhaba dedim.
Daha önceki yazımda da dediğim üzere 2011’in daha güzel geçeceğini söylüyor içimdeki o ulu ses. Ben de bu yılın daha güzel geçmesini sağlamak için neler yapabilirim konusunu masaya yatırdım. Geçen senelerin doğrularını yanlışlarını gözden geçirdim, sonuçta şöyle bir liste çıkardım (Evet yine liste) Şimdi bu listeyi bir yerlere yazmazsam biliyorum ki yastık altı edeceğim. Hiç olmazsa burada kaldığı sürece utanır, çalışır, şu listenin üzerindekileri karalamak için uğraşırım. Bakalım listemle olan 2011 serüvenim nasıl sonuçlanacak hep birlikte göreceğiz 🙂
1- İşler yarım bırakılmayacak. Bu nedenle dilime sakız olan “Bakarız” kelimesi zorunlu haller dışında kullanılmayacak.
2- Oturup ALES’e adam akıllı çalışılacak. İyi bir puan alınmaya çalışılacak.
3- İngilizce’ye adam akıllı çalışılacak. (KPDS’den A seviyesine çıkmaya çalışılacak, TOEFL, IELTS sınavlarına girilecek. Yanında GRE’de olursa fena olmaz)
4- Risk yönetimi ve türevleri konularından uzak durulacak.
5- CIA sertifikası için çalışılacak.
6- Denetim ve mali kontrol alanlarında akademik çalışmalar yapılacak.
7- SPK- Türev Araçlar Lisansı alınacak
8- Daha fazla sanatsal ve sosyal aktiviteye (özellikle asırlardır gidemediğim tiyatro) katılınacak.
9- Muhtelif tarihlerde alınan, kütüphaneye istiflenen kitaplar bitirilecek.
10- Muhtelif tarihlerde alınan, harici belleğe istiflenen filmler bitirilecek. Vizyondaki filmler daha sıkı takip edilecek gelip sıcağı sıcağına yorum yapılacak.
11- Fotoğrafa daha fazla zaman ayrılacak.
12- Sözlüğe daha fazla entry girilecek (Yoksa atılacam 😛 )
13- Gözümüzü karartık, Phuket’e gidilecek.
14- Ucuz uçak bileti bulma çalışmalarına başlanacak.
15- Lonelly planet’de, tripadvisor’da daha aktif olunacak
16- Arkadaşlar ile daha fazla zaman geçirilecek.
17- Arkadaşlarla birlikte tatile gidilecek.
18- Daha fazla organizasyon yapılacak.
19- Fringe bitirilecek.
20- Flashforward bitirilecek.
21- Fransızca’ya başlanacak (Lebethron Lebethron duy sesimizi)
22- Cumartesi geceleri daha fazla dışarı çıkılcak (Çapkınım hovardayım yirmdört ayardayım:P )
23- Yogaya başlanacak.
24- Düzenli spor yapılacak.
25- Müze kartımın süresi dolmadan İstanbul’a uğranıp Topkapı, Dolmabahçe Allah ne verdiyse gezilip gelinecek.
26- Kaplıcaya gidilip bir güzel masaj, spa olaylarına girilecek.
27- Bayramlarda seyranlarda büyüklerin elleri küçüklerin gözleri yaşıtlarımın yanakları öpülecek (Son bir kaç yıldır bayramları asosyal olarak geçirmekteyim. Bu halim beni bile üzüyor )
28- Ankara’mızın haklı gururu Behzat Ç. Korunup kollanacak. (Harun arkadaşımıza gerekirse çıtır çerez, çikolata, abur cubur takviyesi yapılacak :P)
29- Yeni müzik grupları, yeni şarkılar keşfedilecek. Tamam eskiler çok güzel ama yenilere de şans vermek gerekmez mi (En son dinlediğin yeni albüm sorusunda Kings Of Leon Only By Times cevabını verince kafama dank etti )
30- Blog daha güncel tutulacak.