RSS

Aylık arşivler: Temmuz 2010

Ağrı Dağı’nın Karşısında Doğubeyazıt…


Yollar sonunda beni ülkemin en doğusuna götürdü. Yağmurlu bir Cumartesi günü rotamızı önce Ağrı’ya daha sonra Doğubeyazıt’a doğru çevirdik. Ağrı denilince akla ilk gelen haliyle Ağrı Dağı oluyor ama heybetli Ağrı Dağı’nı bu ilimizden görmek mümkün değil. Ağrı Dağı’nı görebilmek için Doğu Beyazıt’a doğru uzanmak gerekiyor ama Ağrı Dağ’ı çoğu zaman utangaç. Kendini göstermemek için bulutlara sarılıyor. Şakır şakır yağmur, üzerine çakan şimşeklere rağmen o gün güneşin yüzünü göstermesine kayıtsız kalamayan Ağrı Dağı’ da kendisini bize gösterdi. Güzeller nazlı olur derler ya bu lafın doğruluğunu Ağrı Dağı’nı görünce tekrardan anladım.

Ağrı Dağı Efsanesi’ni çok sevmemin etkisi oldu mu bilmiyorum ama Ağrı Dağı’nın güzelliği karşısında nefesim kesildi. Ve Ağrı Dağı’nın eteğinde uçan güvercin olma isteğinin ne kadar haklı bir istek olduğunu anladım. 9 Ekim 1829 tarihinde Frederick Von Parrot tarafından ilk tırmanışın gerçekleştirildiği Ağrı Dağı’nın, ayrıca Büyük Tufan’dan sonra Nuh’un Gemisi’ne de ev sahipliği yaptığı da rivayet edilmektedir.

Ve Ağrı Dağı’nın karşısında İshak Paşa Sarayı. Doğubeyazıt’ın 5 km uzağında, eski Doğubeyazıt yanında sarp kayalıklara kurulu bir mimarlık şaheseri. Özellikle tepeden sarayın görüntüsü muhteşem. Bir an içerisinde olduğunuz zaman diliminden kopup Binbir Gece Masalları’na doğru yol alıyorsunuz. Birazdan sihirli halınız ile sarayın önüne inecek, bir bir kapılardan geçerek sarayın avlusuna varacaksınız. İshak Paşa Sarayı’nın neden 100 yılda tamamlandığını da insan sarayı gezince anlıyor. Taş işçilikleri muntazam. Özellikle aslan figürleri, birazdan canlanacak gibi sarayın girişinde sizi selamlıyor, ağaçlar en güzel çiçeklerini sizlere sunuyor. Doğubeyazıt ovasını ayaklarınız altında getiren eşsiz manzara hemen hemen sarayın her odasının penceresinden içeriye doğru süzülüyor.

Bir zamanlar Doğubeyazıt bu sarayın etrafında kurulu bir yerleşim yeri iken, depremler, savaş ve diğer nedenlerden ötürü ilçe biraz daha batıya taşınmış. Uzunca bir süre de İshak Paşa Sarayı kendi kaderine terk edilmiş. Yıkılmaya yüz tuttuğunda birilerinin aklına restorasyon çalışmalarına başlamak gelmiş. O restorasyon çalışmaları ise halen sürüyor. Gördüğüm kadarıyla da bu çalışmalar pek de özenli değil. Ayrıca yine yurdum insanının tarihine sahip çıkamama bilinciyle hareket etmesi nedeniyle Ani’deki manzaralar burada da tekrarlanmış. Taş işçiliği ile bin bir nakışla bezenen o duvarlarda “Gecelerin Prensi” gibi yazılar görmek insanı ister istemez sinirlendiriliyor. O bilindik keskin koku nedeniyle sarayın bazı noktalarında (Erzak odaları, Zindan,Hamam, Cami vb.) ilerlemek imkansız hale gelebiliyor. Bu topraklarda, bu tarihi ve kültürel birikimin üzerinde yaşadığımız için ne kadar şanslı olduğumuzu bir türlü anlayamadığımız gibi var olan tarihi mirasımızı da kendi ellerimizle yok etmeden geri durmuyoruz. Ama başka bir Anadolu yok, başka bir İshak Paşa Sarayı yok.

Gelelim Doğu Beyazıt’ın bittiği yere Gürbulak Sınır Kapısı’na. İleride İran. Anadolu kadar eski, çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış, bazılarımızın Ata toprağı Persepolis… Şimdilik İran’a bir el sallayıp bir gün o sınırı geçeceğime söz verip rotamı tekrar Batı’ya doğru çeviriyorum. Sabahleyin peşimize düşen yağmur bulutu, yine peşimize takılıyor. Zorlu bir üç saat sonra bu sefer beş hafta da olsa bana ev sahipliği yapan Erzurum’ a, Palandöken’e ulaşıyoruz. Yorgunluktan bitap olan bedenime inat ruhum Ağrı Dağı’nın eşsiz manzarası, İshak Paşa Sarayı’nın büyüleyici havası ile çoktan düşler aleminde yol almaya başlıyor.
Görüşmek üzere.

Meraklısına,
İshak Paşa Sarayı’nın mimari bölümleri:
Dış cephe,
Birinci ve ikinci avlu,
Zindan,
Selamlık dairesi,
Cami binası,
Aşevi (Darüzziyafe),
Hamam,
Harem dairesi odaları,
Fırın,
Merasim ve eğlence salonu,
kalorifer sistemi
Takkapılar,
Cephanelik ve erzak odaları,
Türbe binası,
İç mimariden bazı bölümler (kapılar, pencereler, dolaplar, şerbetlikler, şömineler vb.)

Kaynak: tr.wikipedia.org

 

Son Hava Bükücü’den Bize Kalanlar


James Cameron Avatar ismini önce kapmış olmasaydı, filmin ismi büyük ihtimalle sadece Avatar olacaktı. Ama biz Aang’i son hava bükücü olarak tanıdık, sevdik. Sanırım filmin en fazla sevdiğim tarafı ismi oldu. Hikaye delik deşik edilmiş olsa da adına en azından sağdık kalınmış. Animesinin fanatik bir hayranı olarak çok büyük beklentiler içerisine girmesem de bu yıl vizyona girmesini sabırsızlıkla beklediğim film şüphesiz buydu. Bir Cuma gecesi işten sonra, apar topar sinemanın yolunu tutmam da bunun bir göstergesi olsa gerek.

Sıfır beklentiyle sinemadan içeri girdim. Sevenlerinin affına sığınıyorum ama Night Shyamalan’ın bu projenin içerisinde olduğu duyduğum anda animenin yanına bile yaklaşamayacak bir filmle karşılaşacağımızı düşünmüştüm. Haksız da çıkmadım. The Village dışında bu adamın filmlerinden pek fazla haz etmedim, etmiyorum da. Sonrasında yönetmen şokunun üstüne bir de cast şoku eklendi. Su ulusunu canlandıracak oyuncuların animedekilerle uzaktan yakından bir alakası yoktu. Zuko’yu hiç söylemiyorum bile.
İşte tüm bu olumsuzluklar birbirine eklenince sinema salonunda Zindan&Ejderha tadında bir uyarlamanın başlamasını bekliyorsunuz. Film başlar başlamaz daha ilk sahnede Night Shyamalan’a güzel temennilerimi sundum. Açılış sahnesi bu anime için çok önemli. Öykünün kilit noktası orada anlatılıyor. Animede o kadar şiirsel anlatılmış, o kadar estetik ki film de bunları göremeyince Zindan&Ejderha’yı mumla arayacağımı kara kara düşünmeye başladım. Ama devamı en azından o kadar da kötü gitmedi. Özellikle bazı su bükme sahneleri son derece güzeldi. Benzer şeyleri toprak bükme sahneleri için maalesef söyleyemiyeceğim. Aynı yapım ekibi ve aynı yönetmen ile ikinci film çekilecekse şimdiden söyleyeyim toptan hapı yuttuk demektir. Çünkü ikinci kitap toprak bükme üzerine kurulu ve filmdeki toprak bükme sahneleri B tipi Hong Kong filmlerinden kat kat kötü.
Oyunculuklara gelecek olursak kötülerin içerisinde en iyisi Zuko’yu canlandıran Dev Patel’di. Genel görüşe ben de katılıyorum. En azından bazı sahnelerde rol kesebilmiş bu arkadaş. Aang’i canlandıran arkadaş ise şüphesiz dram türünde bir filmde oynasaymış çok daha başarılı olurmuş. Animede bir çok zorlukla baş etmesine rağmen yüzünden gülücük, aklından hınzırlık eksik olmayan Aang filmde çok somurtkan bir karakter olarak çizilmiş. Bu hali aynı zamanda kendi kendimi sorgulamama da neden oldu. Aslında ne kadar da yalnızmış Aang, aslında ne büyük acıları varmış. Haliyle daha önce bunları düşünemediğimden dolayı kendimden de utandım.
Diğer oyuncular için ise boşu boşuna bir şeyler yazıp, zamanımı harcamak istemiyorum. Hikayeye gelecek olursak bağlantıların çok zayıf olması ilk göze çarpan kısımı. Diğer bölümlere ışık tutacak bazı olaylara çoğunlukla hiç değinilmemiş. Bölük pörçük anlamsız bir karma ortaya çıkmış. Animenin ilk iki bölümü ile son iki bölümü epeyce kullanılmış ama orta bölümlerden ses seda yok. Ama şanslıyım ki birinci kitabın en sevdiğim kısmı, filmin animeye en sağdık kalınarak çekildiği kısmı olmuş. O nedenle filme biraz da olsa kanım ısındı. Şaşırtıcı şekilde müzikler ve müzik kullanımı bayağı iyiydi.
Uzun lafın kısası Avatar: Son Hava Bükücü, kötü bir şekilde beyaz perdeye yansımış olsa da son yılların en iyi animelerinden birisi. Diğer animelerden farklı olarak çok zengin bir birikimin üzerine inşa edilmiş. Animeyi seyretmeyenlerin filmi beğenmelerinin nedeni de bu. Ancak bu birikim film de yeterince iyi anlatılamamış. Yönetmen, yapımcılar ve oyuncular gibi bir sürü etken var bu olumsuzluğu yaratan. Bu nedenle filmle yetinilmeyip animenin seyredilmesini herkese tavsiye ediyorum. Umarım ikinci filmde başka bir cast ve yönetmen koltuğunda başka bir kişi görürüz. Benim gönlümden geçen hep Ang Lee olmuştu. Siz ne dersiniz?
 

İpek Yolu Masalı: Ani




Uzun bir aradan sonra tekrardan merhaba. Yorucu günler geride kaldı demek istiyorum ama henüz atlatamadım. Bu arada bulduğum her boş vakti, bir daha buralara gelemeyecekmişim gibi gezmeye ayırıyorum. Ani, Kars, Doğubeyazıt, Ağrı derken hafta sonu kendimi Batum’da buldum. İlerleyen günlerde oralardan yansıyan kareler de burayı süsleyecek. Umarım tez vakit de olur.
Ani aslında anlatmakla bitmiyor, bitmez de. Bu sefer fotoğraflar önce konuşsun dedim. Bir önceki yazımda da dediğim üzere Ani, bir İpek Yolu durağı. Kentte gördüğüm görkemli yapılar bir yana beni en fazla heyecanlandıran İpek Yolu tabelasını görmek, halen taşları duran o yolda ufak da olsa bir gezinti yapmaktı. Tarih canlandı, ayaklarımın altında aktı. Ve ben büyülenmişcesine yolun bana anlattığı hikayeleri dinledim. Ani bu nedenle benim için en çok da İpek Yolu Masalı… O anlatsın ben dinleyeyim, hikayeler hiç bitmesin…
 

Yağmurlu günler bana seni hatırlatır Burberry




Yağmur yağmur yağmur… Dün Erzurum’dan Doğubeyazıt’a doğru peşimize takılan siyah bulut sanırım bizi çok sevdi. İshak Paşa sarayını çakan şimşeklerle birlikte gezmek zorunda kaldık. Tabi ben her zamanki gibi yanında şemsiye bulundurmamanın cefasını çektim. Gerçi elimde şemsiye ile fotoğraf da çekmezdim. Neyse imdadıma her ne kadar güneşli günler için aldığım şapkam yetişti. Yerleri süpüren haliyle çamurdan berbat olan pantolonumla şu son fotoğraftaki arkadaşlara benzedim. Haliyle bu yağmurlu ve kasvetli günler bana Burberry’i hatırlattı. Bu marka zaten İngiltere’den başka yerde de çıkamazdı. Trençkotları hayatımıza soktukları için kendilerine saygımız büyük. Özellikle son yıllarda yapmış oldukları zevkli kreasyonlarla daha da bir beğenir oldum kendilerini. Sanki üzerindeki ölü toprağını attı daha da gençleşti. Fotoğraflardan da belli oluyor zaten. Aferin böyle devam et Burberry 😉
 
 

Zamanın Durduğu Yer : Ani



Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik ve sonunda zamanın durduğu yere geldik yani Ani’ye geldik. Zamanın durduğu yer diyorum çünkü Ani tarihler boyu pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış kocaman bir kent. Büyüklüğünü içerisini gezmek için 3,5 saat harcadığımızda fark ettik. Her ne kadar şu an 600 seneye yakındır büyük bir uykuda olsa da Ani zamanında, İstanbul ve Antakya ile birlikte nüfusun en fazla olduğu kentler arasında anılırmış. Çoğu Doğu Anadolu kenti gibi Ani’nin kuruluşu da Urartular zamanına dayanıyor. Urartular, İpek Yolu’nun geçiş noktası üzerinde korunaklı bu bölgede Ani şehrini kurarlar.

İşte bu tarihten sonra Ani’nin serüveni başlar. Urartulardan sonra İskitler, İskitler’den sonra Persler. Persler zamanında Ani, Armenia yani Ermenistan eyaletine bağlanır. Persler’den sonra çeşitli imparatorlukların hâkimiyetine girse de (Roma, Bizans, Selçuk, Osmanlı) Ani, Ermeniler’in yoğun olarak yaşadığı bir kent olmayı sürdürmüştür. Özellikle M.S 800’den başlayan imar çalışmaları ile bu gün halen ayakta olan ve birçoğu ayağa kaldırılmayı bekleyen yapılar inşa edilmiştir. Bu yoğun inşa çalışmalarının sonucunda Ani 1001 kiliseli şehir olarak da anılmaya başlanmış. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Ani’ye gelişi ile birlikte bu kiliselerin yanına camiler, kervansaraylar katılmış. Bu gün çoğumuz için imkânsız bir düş gibi gelse de büyük bir hoşgörü ile her milletten insan Ani’de yaşar olmuş. Timur’un Anadolu’ya gelişi, Akkoyunlu devletinin hâkimiyetini sırasında diğer Doğu Anadolu şehirleri gibi harap olan Ani, son olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetine girmiştir. Ancak 1600’li yılların başında yaşanan şiddetli deprem kente oldukça büyük hasar vermiş, son sakinleri de bu deprem sonrasında Ani’den göçüp gitmiştir. O gün bugündür Ani derin bir uykudadır.

Ani bir Rus arkelog tarafından gün ışığına çıkartılır. Başta ödenek yetersizliği, kentin büyüklüğü, komşumuz Ermenistan ile devam eden bilindik sorunlar nedeniyle o gün bugündür kazı çalışmaları devam etmektedir. Şu an gördüklerimiz büyük ihtimalle buzdağının görünen kısmı. Daha gün ışığına çıkartılmamış pek çok hazineyi barındırdığından eminim Ani’nin. Ancak ülkemde tarihine çıkma bilincinin ne kadar düşük olduğunu Ani’yi gezerken bir kez daha anladım. Özellikle büyük Katedralin tepesine çıkıp ismini yazmayı başarmış olan Mehmet Aydın adlı şahsı tebrik ediyorum (!) Bu durum sadece kiliseler için geçerli değil camileri de aynı şekilde tanınmayacak hale getirmiş insanımız.


Ani’nin bunun dışında diğer bazı önemli ve büyük sorunları var. Doğru düzgün ne bir yol ne de yerinizi yönünüzü tayin edebileceğimiz kapsamlı haritalar var. Sadece uyduruk diyebileceğim birkaç levha var. Yolların yanında ışıklandırma aramak da büyük bir lüks haliyle. Haliyle bu tarih hazinesini gün batarken veya akşam yıldızların altında gezmek imkânsız hale geliyor. Bir de ot sorunu var. Boyunuzu aşan yabani otlar her tarafı kaplamış. Ayrıca civardaki köylüler, hayvanlarını halen burada otlatıyor. Bu nedenle tarihi kalıntıların etrafında hatta içerisinde hayvan dışkısı görmek olağan hale geliyor. Burnunuza sinen o ağır koku bazı yerlerde ilerlemenizi epey zorlaştırıyor. Aslında çok da zor değil: Tarihimize sahip çıkmak onu korumak. Güzel yollar ve ışıklandırma sistemi, kapsamlı bir temizlik ve restorasyon çalışması, Ani ve civarında konaklama imkanlarının arttırılması hem buralara gelenlerin sayısını arttırır hem de bölgenin yerlilerine tarım ve hayvancılıktan sonra ikinci bir gelir kapısı yaratır. Ama bunlar yapılmayacak. Halen ülkemiz İstanbul ve Antalya’dan ibaret zannediliyor. Turistin ne işi var Kars’da, Erzurum’da, Sivas’da


Ani ile ilgili bu ilk yazımı burada bitirirken yıllardır birbiriyle kardeş olarak yaşamış iki milletin birbirine nasıl düşman edildiğini Ani’nin birbirine kavuşamayan iki yakasını görerek (Aras nehri sınır, nehirden sonraki topraklar Ermenistan’a ait) bir kez daha içim acıyarak anımsadım. Keşke genellemeler yapmadan insanları sırf insan olduğu için değerlendirebilseydik. Her iki tarafta bunun acısını çekti hatta halen çekiyoruz. Hatalarımız yüzünden içimizdeki renklerin bir kısmını soldurduk. Ama yine de geleceğe umutla bakmak gerekiyor. Umarım ileride bir gün Ermenistan olması gerektiği gibi komşumuz olabilir.

Ani’de yer alan eserler: (Ani ile ilgili kapsamlı Türkçe kaynak bulamadığımdan İngilizce isimleri ile buraya yazıyorum)

– The cathedral of Ani
– The church of St Gregory of Tigran Honent
– The church of the Holy Redeemer

– The church of St Gregory of the Abughamrents

– King Gagik’s church of St Gregory (Ani’de en sevdiğim yapı bu oldu. Maketi olsa kesinlikle alırdım)

– The church of the Holy Apostles

– The mosque of Minuchir

– The citadel

– The city walls

– Virgins’ chapel

Ayrıca şu aşağıda verdiğim linkte şehre ait güzel bir simülasyon var:

http://www.virtualani.org/citymap.htm

Kaynakça:
tr.wikipedia.org
en.wikipedia.org
http://www.oguzsevim.org/

 

Out Of Africa: Benim Afrikam


İyisiyle kötüsüyle, vuvuzellası ve kahin ahtopot Paul’u ile bir dünya kupasının sonuna geldik. Perdeyi bu sefer İspanyollar kapattı. Bakalım bir dahakine kapanışı biz yapabilecek miyiz? İzleyelim ve görelim hocam. Bu dünya kupasını gerek maçların sıkıcılığı gerekse de Ömer Üründül’e katlanamam nedeniyle pek takip etmedim. Japonya 2002 gibi daha renkli bir dünya kupası bekliyordum. Sonuç biraz hüsran oldu. Neyse ki Güney Afrika ve Afrika ile ilgili yapılan yayınlar biraz neşemi getirdi.

Afrika, kıtaların en yaşlısı aynı zamanda dünyanın en yoksul insanlarının yaşadığı coğrafya. İsmini duyduğumuzda sefalet, hastalık, bitmek bilmeyen iç savaşlar gözümüzde canlansa da Afrika doğanın bize en güzel armağanlarından birisi. Sihirli kutu vasıtasıyla bu güzelliklerden kilometrelerce uzaklarda olan bizler bile haberdar olduk. Çoğumuz aklımızın bir köşesine oralara gitmeyi yazdık. O kişilerden biri de tahmin ettiğiniz üzere benim. Bir yere takılıp kalmayı sevmeyen ruhum Afrika’nın derinliklerine doğru süzüleceği günü heyecanla bekliyor. Bu düşünce ilk kez, bir belgeselde pelikanların Afrika’da toplandıkları o enfes yeri gördükten sonra belirdi. Sonrasında Kilimanjaro’nun Karları, Afrika’da Hiçbir Yerde…

Ve bir film kalmıştı: Out Of Africa. Çeşitli kereler izlenmek istenmiş, iş, güç, okul gibi gündelik koşuşturmalar nedeniyle mümkün olmamıştı. Filmin 2,5 saate yakın olması nedeniyle TRT dışında başka kanallarda yayınlanma imkânı pek de olmamıştı. Ama dünya kupasının Güney Afrika’da yapılmasından mı nedir, bu filmin DVD’si yeniden rafları süsler oldu. Fiyatı da oldukça uygun olunca benim için almak farz oldu.

2008’de hayata gözlerini yuman Sydney Pollack’ın, 1985 yapımı, 7 oscarlı bu filmi daha ilk sahnesinden size neler vaat ettiğini belli ediyor. Sanki film ile birlikte Afrika’yı siz de yaşıyorsunuz. Görüntü yönetmenliği olağanüstü. O internette sıkılıkça karşılaştığımız güzelim Afrika fotoğraflarının, videolarının önemli bir kısmının bu filmden çıkma olduğunu görmek insanı ister istemez şaşırtıyor. Bu nedenle filmi dondurup o kareleri tekrar tekrar izlemek kaçınılmaz oluyor. Böylelikle 2,5 saatlik film oluyor 5 saat. Ancak bu film ile zamanın göreceli bir kavram olduğunu bir kez daha idrak ettim. 5 saat geçse de daha yeni başlamış gibiydi. Bu histe senaryonun sağlamlığı da etkili oluyor. Uyarlanan eserler dikkate alındığında daha ağır, daha çok detayın yer aldığı bir senaryo beklenebilir. Ancak senaryo oldukça sade. Her şey kararında. Bir de buna yapmacılıktan uzak oyunculukları ekleyin. Tam bir sinema keyfi. Meryl Streep, neden yaşayan bir efsane sorusuna güzel bir cevap teşkil ediyor bu film. Diğer oyunculuklar da takdire şayan. Özellikle evin kahyasını oynayan Kenyalı oyuncu. Spoiler olacak ama evin hanımıyla veda sahnesi çok dokunaklı.

Fark ettim de,filmin konusunu anlatmayı atlamışım. Film belirttiğim üzere bir roman uyarlaması aslında romanların uyarlaması demek daha doğru olur. Filmin ana karakteri Karen Blixen’in farklı adlarla yayınlamış olduğu bazı romanlarının bir karşımı. Ağırlık noktası ise Karen Blixen’in Kenya’daki yaşantısına ışık tutan Out Of Africa adlı otobiyografik romanı. Karen Blixen, yaptığı bir mantık evliliği sonrasında kendisini Kenya’da bir çiftliğin ortasında bulur. Çiftlik Karen’in eşine ait olsa da, zatı muhterem hem Karen’a ve hem de çiftliğe karşı kayıtsızdır. Haberli, habersiz ortadan kaybolmaktadır. Karen ilk başlarda bu duruma çok üzülse de Afrika’nın kulağına çaldığı o sese kulak vermeye başladıktan sonra yaşamını sürdürdüğü coğrafyanın aslında ne kadar değerli olduğunu görür, kendini yeniden tanımaya başlar, hayata sıkı sıkı tutulur. Afrika’dan çok şey öğrenir ama aynı zamanda ona da çok şey öğretir. Zamanla romanlara dönüşecek ilk hikâyeler ortaya çıkmaya başlar gönülsüzce… Sonrasında ise aşkın da eskisiyle bu hikayeler çoğalır, büyür. Ölüm bazı şeyleri sonlandırsa da hikâyeler de hayat bulmaya başlar.

Out of Africa,başta Oscar olmak üzere aldığı ödülleri hak etmiş bir film. Dediğim üzere süresi ilk başta insanın gözünü korkutabilir ama inanın başladınız mı nasıl bittiğini anlayamadınız filmlerden. Dünya kupasının kapanışını İspanya yapmış olsa de Out of Africa ile yapılan bir kapanış tam da bana göre değil mi ne dersiniz?
 

Mad World…


Ne yazmaya geldim ne yazıyorum değil mi . O haberler maalesef doğru. Geç kalmış takdirler karşılığında mutlu olmam gerekse de sebepli bir üzüntü yumağının içerisindeyim. Bu noktadan sonra ne için kim için ? Aslında anlamam gerekirdi. Dünden beri dilime sakız olan şu şarkıdan

all around me are familiar faces,
worn out places, worn out faces,
bright and early for their daily races
going nowhere, going nowhere,

and their tears are filling up their glasses,
no expression, no expression,
hide my head, i want to drown my sorrow,
no tomorrow, no tomorrow,

and i find it kind of funny,
i find it kind of sad,
the dreams in which i’m dying
are the best i’ve ever had.

i find it hard to tell you,
cause i find it hard to take,
when people run in circles,
it’s a very, verymad world mad world mad world mad world

children waiting for the day they feel good,
happy birthday, happy birthday,
made to feel the way that every child should
sit and listen, sit and listen.
went to school and i was very nervous,
no one knew me, no one knew me,
hello teacher, tell me what’s my lesson,look right through me,
look right through me