Vakti zamanında kitaplığa istiflediğim kitapları bitirmeye yönelik bir karar almıştım, hatırladınız mı bilmem. Şimdi o kararımın arkasında olduğumun göstergesi olarak o kitaplarla ilgili birkaç kelam edeceğim. Gerçi Elif Şafak’ın Firarperest’i o listede yoktu ama onu da yazmadan edemezdim doğrusu. Sağolsun çok meşaketli bir dönemde yol arkadaşı olmuştur bana. Neyse sözü uzatmadan kitaplarımıza geçsek iyi olur.
“Türkan”- Ayşe Kulin
Ayşe Kulin benim biraz geç keşfettiğim bir yazar ve bundan dolayı utanç duyuyorum. Adı Aylin’in o çok meşhur olduğu günlerde Ayşe Kulin’e karşı bir antipati besledim. Nedense herkes tarafından okunan bu kitabın içinin boş olacağını düşündüm. Aslında bu durumun ortaya çıkmasında hazırlanmakta olduğum üniversite sınavının haliyeti ruhiyemde açtığı derin yaranın payı büyüktür. Okul, dershane arasına sıkışmış yaşam formumda kitap okumaya vaktim yoktu ve bu beni hırçınlaştırıyordu. Gerçi o zaman bunu anlamamıştım. Gel zaman git zaman Ayşe Kulin peşi sıra kitaplarını yayınlamayı sürdürdü. Ve bu kitapların hemen hemen hepsi en çok satanlar listesine girdi. Elim, kitaplarına gitse de kafamda asılı duran acaba sorusu nedeniyle her defasında başka bir kitapla ayrıldım kitapçıdan. Sonunda Ayşe Kulin’in Köprü adlı romanından Vali isimli bir dizi bir tv kanalımızda boy gösterdi. Dizi konusunda cnbc-e dışında başka bir kanala pek şans vermeyen biri olarak bu dizi beni ekrana bağladı desem yanlış olmayacak. Bunun üzerine kafamdaki o acaba sorusunu zorda olsa bir kenara iteleyip
Ayşe Kulin’in kitaplarını hayatıma soktum ve şu güne kadar da okumadığım için oldukça hayıflandım. Bir kere dilimizi çok iyi kullan bir yazar. Su gibi akıp gidiyor. Çok duru ve akıcı… Okuduğum kitaplarının hiç birinde oflayıp pufladığımı hatırlamıyorum. Aksine en fazla bir haftada kitap bitmiş oluyor. O nedenle Ye, Dua Et, Sev felaketinden sonra Türkan ilaç gibi geldi. Gerek örnek aldığım çok değerli bilim insanı Türkan Saylan’ın hayatını anlatması gerekse de Ayşe Kulin’in ince dil işçiliği sayesinde ortaya okuması oldukça zevkli güzel bir anı-roman çıkmış.
Kitabın sayfalarını bir bir çevirirken ibret verici bir hayat hikâyesine de tanıklık ediyorsunuz. Biliyorum gerek hayatta iken gerekse de öldükten sonra Türkan Hoca hakkında o çirkin iddialar devam etti, ediyor. Ama bu kitap yazarının da dediği gibi Prof. Dr. Türkan Saylan’ın bir savunması. Herkes istediğine inanmakta serbest ama o iddiaları dinleyenlerin bir de şu kitabı okumalarını isterim.
Uzun lafın kısası Türkan, tek ve tek başına büyük ve ulvi bir hayat mücadelesini anlatıyor. Ülkemizde bilime giden yol meşakkatli. Çoğu zaman pes etme noktasına geliyorsunuz ama Prof. Dr. Türkan Saylan gibi örnekler olunca bu zorlukların aşılabileceğine inancınız biraz daha artıyor. Sanırım ileride zor zamanlarımda bu kitaba bakarak güç alacağım.
“Firarperest”- Elif Şafak
Aslında yazının başında da dediğim üzere bu kitap o malum listede yoktu. Yeni çıkmış kitaplar rafında dikkatimi çekip, rastgele açtığım bir sayfa (bkz. Sayfa 65- Zamanla Yarışan Kadınlar) ile kalbimi çaldı. Elif Şafak’a öyle çok fazla düşkünlüğüm yoktur. Yeni kitabı çıktığında koşa koşa gidip alıp okumam. Üzerinden biraz zaman geçmeli, biraz gündem değişmeli işte o zaman kuytu bir köşeye geçip kitabını okumaya başlarım. Böyle kronolojik sıraya göre gitmez okuduğum kitapları bir baştan bir sondan bir ortadan olur. Ama bu sefer Firarperest’in 65. sayfası bu kuralımı alt üst etti. Çünkü o sayfada anlatılanlarda çokça kendimi bulmuştum. Ve bulmuşluğa yenik düşerek ve kendi koyduğum kuralları da çiğneyerek Elif Şafak’ın bir kitabını tam da en çok satanlar listesindeyken sepetime atıverdim. Ve bu kitabı kimi zaman 16 saati aşan mesailerim arasında yutarcasına okudum.
Öyle aksiyon, korku, gerilim, aşk, şiddet dolu bir öykü beklemeyin. O birçoğumuzun zorla okutulan Sofie’nin Dünyası kitabı nedeniyle soğuduğumuz deneme türünde bir kitap bahsettiğimiz. Elif Şafak’ın kimi gazeteleri ve dergileri süsleyen denemelerinden oluşan oldukça kişisel bir çalışma. Ama nedense ben bu kitabı çoğu romanından daha rahat okudum, daha fazla sevdim. Sanırım bu durum aramızdaki perdeyi biraz daha kaldırdığından kaynaklanıyor olsa gerek. Oysa Elif Şafak’ın kitaplarının ilk kısımları beni zorlar. Başlarım, bırakırım. Sonra yine başlarım bırakırım. Ve üçüncü hatta bazen dördüncü denememde bir şekilde ritmi yakalarım, okumayı sürdürürüm. İlk bölümler arkada kalırken izleyen bölümler başlangıcın yavaşlığına inat hızla akıp gider. Kitabın sonunda güzel bir lezzet kalır ağzımda. Bu durum emeksiz yemek olmaz deyiminin kanıtı olsa gerek. İlginçtir ki bu durumla çok sevdiğim Ursula K. LeGuin’in kitaplarında da çoğu kez karşılaşırım. İki kez başlayıp bıraktığım Bağışlamanın Dört Yolu halen kütüphaneden göz kırpıyor, birbirimize bağlanacağımız günü bekliyor. Velhasıl Elif Şafak’ı biraz daha yakından tanımak için Firarperest güzel bir fırsat .
“Ağrı’nın Derinliği”- Ece Temelkuran
Gelelim son kitabımıza. Kitabımız, köşe yazılarından ve fırsat buldukça sürekli değişen yayın saatine inat hatta kanalına rağmen izlediğim TV programından takip ettiğim Ece Temelkuran’a ait. Ece Temelkuran öncelikle iyi bir gazeteci, bunun yanında kalemi güçlü bir yazar. Hal böyle olunca yazdıkları tadından yenilmez oluyor. Hatta itiraf etmem gerekirse şu güne kadar yazdığı gazeteleri ilk onun yazısından itibaren okumaya başladım, halen de öyle okuyorum. Ece Temelkuran’ın diğer bir sevdiğim yanı ise gerek etliye gerekse de sütlüye dokunarak üzerinde düşünmemizi, konuşmamızı ve tartışmamızı gerektirecek konuları bir bir önümüze sermesidir. Oldukça cesur adımlar atarak yastık altı yapılacak çoğu sakıncalı olarak damgalanmış konuları su yüzüne çıkardı. İşte bu çalışmalarından biri Türkiye-Ermenistan ilişkilerini çok farklı bir bakış açısından gözler önüne seren Ağrı’nın Derinliği. Öyle bir çırpıda okunup bitirilecek bir kitap değil. Ara vererek, nefes alarak, üzerine biraz kafa yorularak okunacak bir kitap. Her şeyden önce insanın burnunun direğini sızlatan bir kitap…
Bilmiyorum belki de Doğu Anadolu’ya uzanan köklerim, hoşgörü içerisinde din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin bir kap yemeğin paylaşıldığına dair aile büyüklerim tarafından anlatılan hikâyelerle büyümüş olmam nedeniyle beni derinden etkiledi. Evsizliğin, yurtsuzluğun katlanılması büyük bir yük olduğunu bir kez daha anladım. Her iki taraftan da nefreti körüklemeye, yeni tohumlar ekmeye yeltenen pek çok kişi olsa da acısıyla tatlısıyla bu coğrafyada yaşanmış olanları konuşmalıyız. Konuşmalıyız ki ortak bir yol bulalım. Konuşmalıyız ki bizlerin alet edildiği bu çıkar çatışmasına son verelim. Çünkü en büyük yarayı biz birbirimize veriyoruz. Ben bunu bu sene Ani’yi görünce bir kez daha anladım. Ve bu kitabı okurken de benim gibi düşünenlerin sayısının hiç de az olmadığını da gördüm. Artık biraz daha umutluyum. Bu umutları yeşerttiğin için teşekkürler Ece Temelkuran.
Geldik uzun yazımızın sonuna. Son günlerde okuduğum kitaplar bunlar. Şu an elimde kitaplığa istiflenmiş kitaplar dışında tarihi konulara olan düşkünlüğüm nedeniyle alamamazlık edemediğim, istflediğim kitaplardan müsaade isteyip ilk sıraya koyduğum İskender Pala’nın Şah & Sultan’ı var. Muhteşem Yüzyıl’lı Kanuni Sultan Süleyman’dan ziyade Yıldırım Beyazıt ile Timurlenk, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki husumetler ilgili daha fazla çekmiştir. İşte bu kitapta bu beklentime cevap veriyor. Bitirir bitirmez yorumu da gelecek. Şu an oldukça iyi gidiyor. Sanırım Ye, Dua Et, Sev’den sonra tüm kitaplar gözümde iyi gözükmeye başladı 😛 Tahtaya vurayım bu aralar kötü kitap okumadım. Neyse ben yavaş yavaş dükkânı mekânın kepenklerini indireyim, ışıkları söndüreyim, kitabı alıp, koltuğuma kurulayım gecenin tadını çıkarayım. Hoşça ve sağlıcakla kalın.