RSS

Kategori arşivi: sinema

İkinci Randevu: L’Illusionniste


Bu gün 23 Mart ve halen bloglara ulaşılamıyor. Yapboz tahtasına döndü. Bir açılıyor bir kapanıyor blogspot. Neyse artık daha fazla konuşup enerjimi tüketmek istemiyorum. İstedikleri buysa evet oldu. Sevinebilirler.

Dün akşam Sylvain Chomet’in son filmi L’Illusionniste’i yani Sihirbaz’ı geç de olsa izleyebildim. Bu ikinci randevumuzdu Sylvain Chomet ile. İlkini bilenler bilir (Belleville’de Randevu). Hollywood’un mükemmelliği öven animelerinden sonra Belleville’de Randevu filmi gerek konusu gerekse de hikâyeyi taşıdığı gri dünyası bezgin ve yorgun suretleriyle ben de hayranlık uyandırmış, en sevdiğim animasyonlar arasında baş köşelerden birine yerleşmişti. Haliyle Sylavin Comet ile ikinci randevu için sabırsızlanıyordum.

Sihirbaz, ünlü Fransız sanatçı Jacques Tati’nin 1956 yılında yazmış olduğu ancak beyazperdeye aktaramadığı senaryosundan yola çıkılarak çekilmiş bir animasyon filmi. Filmimiz kahramanı orta yaşlarının sonunda Fransız bir sihirbazdır. Ekmek kavgası Onu Fransa’dan İngiltere’ye sürükler. Bir gün gösterilerini yapmak için uğradığı İskoçya’nın küçük bir kasabasında küçük bir kızla tanışır. Küçük kız kaldığı otelin temizliğini yaparak hayata tutunmaya çalışmaktadır. Sihirbazın yaptıklarını gerçek bir sihir olarak görür ve onunla birlikte Edinburgh’a gelir. Gel zaman git zaman mevsimler değişir, insanlar değişir…

Jacques Tati bu senaryoyu kızına adamış, bitmek bilmez koşuşturmaları nedeniyle ihmal ettiğini düşündüğü kızına. Bu suçluluk duygusunu filmin tamamında görmek mümkün… Filmin diğer bir dikkat çekici özelliği ise toplam 5 dakikayı geçmeyen diyaloglar ile koca bir öykünün anlatılabilmesi. Yabancı dil bilmeyen birisi rahatlıkla bu filmi anlayabilir. Sadece son kısmında tercüme gerekebilir. (Gerçi okuduklarıma göre onu da film festivalinde yanlış çevirmişler L) Ayrıca çizimler Belleville’de Randevu’ya kıyasla daha iyi. Özellikle İskoçya köyü ve Edinburg o kadar güzel resmedilmiş ki, insanın içinde yaşayası geliyor. Yine Belleville’de Randevu’da olduğu gibi film yan karakterler ile zenginleştirilmiş. Kukla oynatıcısı ve palyaçonun hikâyesi yüreğimi sızlattı. Sanırım sürekli olarak “Up Up” diyerek ortalıkta hoplayan zıplayan akrobat kardeşlerin halleri ise yüzümü güldürdü. Hırçın tavşandan, sarhoş İskoçyalı ’ya kadar o kadar çok ayrıntı vardı ki filmde, bu haliyle Hayao Miyazaki’nin animelerini anımsattı bana.

Uzun lafın kısası Sihirbaz hep aynı animasyon filmlerini izlemekten sıkılanlar ve ayrıntı düşkünleri için kaçırılmaması gereken bir film. Belki konu çok durağan olabilir ama işleyiş tarzı o kadar güzel ki… Yüzünüzde tebessüm, yüreğinizde hafif bir sızı ile kalıyorsunuz filmin sonunda. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bu film izlenmeyi fazlasıyla hak ediyor. Şimdiden iyi seyirler. Ve ayrıca:

Magicians do not exist”

 
Yorum yapın

Yazan: Mart 23, 2011 in anime, sinema

 

Etiketler: , ,

127 Hours: Sadece Bir Kaya…


Son sürat oscar adayı izlemeye devam ediyorum. Black Swan’a dair bir kaç kelam edecektim ama önce 127 saat hakkında bir şeyler karalamanın daha doğru olduğuna karar verdim. Yoksa muhtemelen yastık altı yapacağım bu filmi. Kendine saklamak da diyemiyeceğim, bir daha izler miyim bilemiyorum. Korkuları, endişeleri su üzerine çıkaran bir film. Gerçek bir hayat öyküsü, çok ama çok gerçekçi olarak perdeye aktarılmış. Şu an bütün kaslarım gerilmiş vaziyette (Gerçi hafta içi deli bir tempo ile çalıştım onun da etkisi olabilir 😛 ) Film boyunca resmen acı çektim. Film bitti halen çekiyorum. Kısacası psikolojinizi alt üst eden bir film. Boşuna değilimiş 18 yaş sınırı ile vizyona sokulması. Neyse konuya geçsem çok daha iyi olacak.
Kahramanımız (Kendi deyimi ile bencil kahramanımız) Aron Raiston maceraperestin tekidir. Kendisini dağa, tepeye vurur durur. Günlerden bir gün Utah’daki kanyonlara yola koyulur çantası sırtında kamerası elinde. Bir yandan tırmanışına başlarken bir yandan da yaşadıklarını kamerasına kaydetmektedir. (Bu hali bana ister istemez çok sevdiğim bir arkadaşımı hatırlattı) Yolculuğu başlangıçta oldukça keyifli geçmektedir. Hatta bir kaç yol arkadaşı bile edinir. Yeni arkadaşları ile ertesi gün şehirde buluşmak üzere vedalaşıp tek başına yoluna devam eder. İşte film de bundan sonra kopar. Ayağı kayıp kendini iki kayanın arasında buluverir. Kolu kayalardan birine sıkışmıştır. Ve büyük sınav başlar. Bizler de iktisat iliminin alasını öğrenmeye başlarız. Çünkü Aron kıt kaynakları ile (bir matara su, bir kaç paket bisküvi, pek de kesici olmayan bir çakı vb.) hayata tutunmaya çalışmaktadır, ayrıca tek kolu devre dışı kalmıştır. Bu savaşın sonucu ne mi olmuştur? O da sır olarak kalsın 🙂
Filmde yaklaşık iki saat boyunca kayaya sıkışıp kalmış bir adamın öyküsünü izliyorsunuz. Aynı mekan, aynı kişi, hatta aynı renkler… Arada bu görüntüyü Aron’un gördüğü halisülasyonlar bozsa da onlar da tamamiyle kaplamıyor yüzeyi. En uzunu 5 dakika bile sürmüyor. Gözlerini açıyor yine kayamızla başbaşa olduğunu idrak ediyor. Ama film (af buyurunuz yine iktisat bilmine atıf yapmamadan edemiyeceğim) kıt kaynakları ile o iki saati size izlettirmesini biliyor. Hem de nasıl izlettirme. Aron’un çektiği acılara ortak oluyorsunuz. Böyle bir sonucun ortaya çıkmasında gerek çekim tekniklerinin gerekse de kurgunun payı büyük. Belgesel tadı da var, reality show tadı da. Bazen tek parçayı göremiyorsunuz ekranda, birbirine geçmiş parçalar gözünüzün önünden geçiyor. İlk başta kafa karıştıracak bir durum olarak gözükse de zihnimiz çoğu zaman özellikle de önemli kararlar arifesinde böyle çalıştığından filmin gerçekçiliği artıyor, sizi avcunun içine alıyor. Velhasıl ortaya da gerçeklik dozajı oldukça yüksek başarılı bir film çıkıyor.
Danny Boyle’un filmlerini beğenen biri olarak bu filmi de başarılı buldum. Hatta bu filmdeki yönetmenlik becerileri en iyi yönetmen dalında oscar aldığı filmden daha iyi. Eğer ödülü daha önce almasaydı bu sene çok rahat alabilirdi. Ayrıca filmin belki de tek oyuncusu, başrol oyuncusu tabirini sonuna kadar hak eden James Franco’yu da unutmamak lazım. Şu an kaslarımız sızım sızım sızlıyorsa payı büyüktür. Gerçi Freaks and Geeks dizisinde umut vaat ettiğini görmüş, Spider Man filmlerini izledikten sonra gümbür gümbür geldiğini söylemiştik. Yüzümüzü de kara çıkarmadı. İleride adını daha da fazla duyacağız. Ayrıca entellektüel birikimiyle de örnek olacak cinsten. Hatta tez zamanda adının önüne Doktor kelimesini ekletecek. Ne diyelim kendisi bulunmaz hint kumaşının canlı kanlı karşılığıdır. Ayrıca vakti zamanında gönlümüzde ayrı bir yeri olan James Dean’i oldukça başarılı bir şekilde canlandırmıştır. Ama başkalarını taklit etmek yerine kendisi olmayı tercih etmiştir. Şimdi de bunun meyvelerini almaya başlamıştır. Evet farkındayım biraz daha James Franco’dan bahsedersem yazı film yazısı yerine fan club yazısına dönüşecek ama elden bir şey gelmiyor. Bu zatın vakti zamanında Spider Man filmlerinden sonraki röportajlarına kazara denk gelerek ne kadar alçakgönüllü, içten ve zeki olduğunu da gördükten sonra insan ister istemez saygıyla karışık derin hayranlık duyguları da beslemeye başlıyor.
Filmin diğer bir can alıcı noktası ise müzikleri olmuş. Danny Boyle bir kez daha A.R. Rahman (bkz. Slumdog Millionare) ile çalışmış. Filmin açılışında görüntüler ile müziğin uyumu harika. Bu durum ise benim gibi müzik müptelarını filmin içerisine biraz daha çekiyor.
Neticede çoğu kişinin aksine bu filmin bileğinin hakkıyla adaylıkları aldığı kanısındayım. İzlenmesi gerçekten zor bir film olsa da iki saatlik apayrı bir macera sunup eksilerimize artılarımıza ayna tutuyor. Eğrisiyle doğrusuyla eteğimizdeki taşları dökebilmek, kendimizle yüzleşebilmek için bir kayanın yolumuzu tıkamasını beklememek gerek. Yoksa çok geç olabilir…
Görüşmek üzere
İyi Seyirler…
 

The King’s Speech: Konuşmak ya da Konuşamamak


Uzun bir aradan sonra herkese tekrardan merhabalar. Hayatım yine o bilindik hızı, karmaşası içerisinde akıp gidiyor. Sanırım böyle olmasından ben de memnunum. Diğer türlü nasıl olurdu düşünmek bile istemiyorum. Biliyorum ki işleri bitirip rahatlasam bile yeni bir meşgale bulup onu sorun yumağına dönüştürmeden duramam. Neyse, konumuz bu değil. Bir başka sefere anlatıyım da diyemiyorum çünkü o sefer hiç uğramıyor limanıma.
Vakti zamanında, oscar ödüllerine aday olan filmleri ödül töreninden önce izleyip, izlenimlerini paylaşacağımı yazmıştım. Kaplumbağa hızıyla da olsa sözümün arkasında durmaktayım dostlar. The King’s Speech ve Black Swan’ı da izledim. Geriye True Grit, Bituful, 127 Hours (Çok merak etmekteyim), Winter’ s Bone, Fighter kaldı. Lafı fazla uzatmadan twitter’ın da etkisiyle bir kaç haftadır gündemi meşgul eden The King’s Speech’e geçelim.
The King’s Speech biz de yine bir çeviri harikası (!) ile Zoraki Kral olarak vizyona giren tipik bir dönem filmi. Şu an İngiltere Kraliçesi olan II. Elizabeth’in babası  Prens Albert’in (aslında zatı muhterem’in oldukça uzun bir ismi var, kolayıma geldiği için sadece Albert dedim) gerçek hayat öyküsünden yola çıkılarak yazılmış. İlk başta tiyatro oyunu olarak arzı endam edilmiş seyirciye. Daha sonra ise filmimizin yönetmeni olan Tom Hooper tarafından seyredilen bu oyun filme uyarlanmak istenmiş. Ve karşımıza bol ödüllü bir yapım olan The King’s Speech ortaya çıkmış.
Film, Prens Albert’in kekemelikle olan mücadelesini anlatıyor. Prens Albert bu sorunundan kurtulmak için pek çok yola başvurmuş, pek çok tedaviden geçmiştir. Ama hiçbiri fayda etmemiştir. Çabasının meyvelerini alamamak ise onun kendine olan güvenini iyiden iyiye yok etmiştir. Artık pes etmiştir ancak tam da o sıra eşi Lionel Lounge adında bir konuşma terapistine görünmesi için eşini ikna eder. Kendisine ısrarla Doktor yerine Lionel denilmesini isteyen terapistin zamanına göre oldukça sıradışı yöntemleri vardır. Katı bir disiplin altında son derece kontrollü olarak yetiştirilen Prens Albert’a bu yöntemler ilk başta anlamsız, işe yaramaz görünür ama günler ilerledikçe Lionel’e ve yöntemlerine alışmaya başlar. Tam da bu esnada Almanya’dan Hitler’in sesi duyulur. Prens Albert’ın aksine bu adam esip, gürlemekte yaptığı konuşmalar ile en sağlıklı beyinlere bile sağlıksız düşüncelerin filizlerini atmaktadır. Üzerine İngiltere Kralının ölümü gelir. Prens Albert’ın ağabeyi Prens Edward’ın tahta çıkacağı düşünülse de O, sevdiği kadın ile evlenebilmek için bu hakkından feragat eder. Ve gözler Albert’a çevrilir. Çocukluğundan beri Albert, hep ağabeyinin gölgesinde kalmıştır. Bütün planlar Edward’ın kral olması üzerine kurulmuştur ama hesaplar tutmamıştır. Üstüne üstlük İkinci Dünya Savaşı da kapıdadır. Tüm  bunlar olurken Albert’ın ulusuna seslenmesi onlara umut aşılaması gerekmektedir. Önünde ise aşması gereken büyük bir engel…
The King’ s Speech, durağan bir öyküyü sizi sıkmadan gayet iyi anlatabilen bir film. Çoğu dönem filminin aksine ne çok ayrıntı da boğulmuş ne de yüzeysel olarak geçilmiş. Kararında bir film olmuş. Filmin izlenebilirliğini arttıran en önemli unsur (bu senenin filmlerinin çoğunda olduğu gibi) oyunculuklar olmuş. Fanatik bir Jane Austen hayranı olarak Gurur ve Önyargı’nın 1995 tarihli mini dizi uyarlamasında ilk kez seyrettiğim, o zamandan beri seyretmekten büyük zevk aldığım şu güne kadar kötü oynadığı bir filme denk gelmediğim Colin Firth, bu film de tek kelime ile döktürmüş. Hatta onun bu performansı çoktan filmin önüne geçmiş durumda. Anlaşılan o ki ileride bu filmi yönetmeniyle değil Colin Firth ile anacağız. Tıpkı Colin Firth gibi Geofrey Rush’ da her zamanki gibi oldukça iyi.  Prens Alberth’in eşi Elizabeth’i oynayan Helena Bonham Carter’da uzun bir aradan sonra “arızasız” bir karakteri çok güzel beyazperdeye taşımış. Prens Edward’ı canlandıran Guy Pearce’de, Lionel’in eşini canlandıran yine Gurur ve Önyargı’nın mini dizisinden hatırlayacağımız Jennifer Ehle’de iyiydi. Cast özenle seçilmiş yani filmin başarısı şansa bırakılmamış.
Bunun dışında The King’s Speech için söylenecek pek fazla bir söz yok. Oyunculukların ön planda olduğu, sıkılmadan izleyebildiğiniz bir dönem filmi. Aslında filmi izlerken aklıma şu soruyu getirmeden duramadım. Ya bu film ülkemizde çekilmek istenseydi neler olurdu? Malum Muhteşem Yüzyıl’ın çıkarmış olduğu yangın halen sürüyor, sönecek gibi de değil. Ama İngiltere’de durum böyle mi? Kral’da olsa Lord’da olsa adamlar en aykırı düşünceden en muhafazakar düşünceye kadar her şeyi tartışabiliyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, ekrana taşıyorlar. Bizdeki gibi orada tarih sadece ders kitaplarında geçiştirilen bir kaç satır olmaktan çıkıyor. Hem bu hem de düşünceye karşı hoşgörü işleniyor akıllara. Ve biz bunları izliyoruz uzaktan. Kendi tarihimizi anlatan filmler, diziler yerine biraz da mecburiyetten The Tudors hanedanın maceralarını izliyoruz. Ekrana yansıyanların tümü gerçek değil ki diyenler olacaktır ama merak etmeden gerçeği de öğrenemeyiz. Kabul etsek de etmesek de günümüzde televizyon dizileri, filmler vb. bu merak kıvılcımını çakıyorlar. En azından benim için öyle. Sanırım biz bunları yeni yeni fark ediyoruz.
Uzun lafın kısası The King’s Speech, başarılı bir film. Oyuncuklar karşısında şapkamızı çıkartıyoruz. Bunun dışında en iyi film ödülüne uzanır mı bilemiyorum. Kesinlikle the social network’den daha fazla hak ediyor bu ödülü ama dün izlediğim Black Swan, öncesinde seyrettiğim Inception dururken bu iki filmden birisinin ödülü alması beni hayal kırıklığına uğratır. Muhtemelen de uğrayacağım o gece 🙂 Çünkü Black Swan da Inception da akademinin tarzını zorlamakta. (Özellikle Black Swan.) Benim için yeni bir Requiem For A Dream dersem sanırım abartmış olmam. Neyse yakında Black Swan ile ilgili bir kaç kelam edeceğim. O zamana kadar görüşmek üzere.
Hoşgörüyle ve Sevgiyle Kalın
 
 

The Kids Are Allright: Ailem Ailem Güzel Ailem


Nereden başlamalı, nasıl anlatmalı bu filmi bilemiyorum. Ama bildiğim tek şey kesinlikle sıradan bir film olmadığıdır. Tüm dinginliğine rağmen konu itibariyle karşımızda çok cesur bir film duruyor. Beyaz perde de gündelik hayatta da genellikle toplum tarafından dışlanan, ailesi, yeri, yurdu olmayan, hayatı talihsiz serüvenler dizisine benzeyen eşcinsellerin hikayelerini gördük, içimiz sızladı, gözlerimiz yaşardı. Ama bu insanların iyi bir hayat sürmeye hakları yok muydu? Hepsinin hayatı gözyaşından ve acıdan mı ibaretti? Eli kalem tutanı, kariyer sahibi olanı yok muydu? En önemlisi de ailesi olan yok muydu?
Tabiki vardı ancak gerek ülkemizde gerekse de yurt dışında göz yaşı en iyi primi yaptığından bu öyküler ikinci plana itildi. Ancak son yıllarda, öteki damgasını vurmaktan çekinmediğimiz bu insanların yaşamlarının dramdan ibaret olmadığını gösteren filmler çekilmeye, oyunlar oynanmaya, kitaplar yazılmaya başlandı. Gerçi acı ve göz yaşı ile yumak hale getirilmiş hikayelerin yanında sayıları maalesef bir elin parmaklarını  geçemiyor.
The Kids Are Allright işte, bu sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen hikayelerden birisi. Öykümüz lezbiyen bir çifti ve çocuklarını  anlatıyor. Bu çift zamanında aynı dönörden suni dölenme yoluyla biri kız diğeri erkek olan iki çocuk sahibi olmuş. Başlangıçta bu durum, var olan kalıplara ters düşse de herşeyi ile bir aile olmayı başarabiliyorlar. Huzur ve şefkat dolu evlerinde günlerini geçiriyorlar. Gel zaman git zaman evin büyük çoçuğu olan kızımız Joni onsekizinci yaşına basıyor. Onsekiz yaş hem yetişkinliğe geçişin biletini sunarken hem de biyolojik babasının kim olduğunu öğrenme hakkını da veriyor. Ancak ilk etapta Joni’nin aklından bunu öğrenmek hiç geçmiyor. Çünkü O, ailesi ile mutlu, sonbaharda başlayacağı üniversite için heyecanlı ama erkek kardeşi Laser için aynı durum geçerli değil. Gerek ergenlik sorunları gerekse de yakın arkadaşının babası ile olan ilişkisi Onu biyolojik babasının kim olduğunu öğrenme merakının içerisine sürüklüyor. Bu merakını  daha fazla dizginleyemeyip ablasından bir iyilik yapmasını istiyor. Ablası da onu kıramayarak düğmeye basıyor. Sonrasında neler mi oluyor o kısmı sizlere bırakıyorum. Ama şunu söylemek gerekirse öyle hemen aile olunmuyor. Ciddi özveri, sabır, şefkat (listeyi uzatmak mümkün) istiyor bu bize öğretilen en küçük sosyal topluluğu kurabilmek için.
Film merkezine lezbiyen bir çiftin hikayesini alınca ister istemez film ile ilgili söylenenler daha çok cinsel tercihler üzerine yoğunlaşmış ama filmde asıl anlatılmak istenen “aile olmak ” kavramı. Bu nedenle aile kurmayı isteyen, beraber bir geleceği planlayan kişilerin tüm önyargılarını bir tarafa koyup bu filmi mutlaka izlemelerini isterim. Belki kararlarınızı o denli etkilemiyecek ama bu kararların hayatınızı ve muhtemel yeni hayatları etkileyecek kadar önemli olduğunu bir başka açıdan sizlere gösterecektir.
Filmin konusu kadar çarpıcı olan bir yanı ise oyunculuklarıydı. Zaten başka bir kadro bu film dayanılmaz olabilirdi. Özellikle bu filmdeki rolüyle Altın Küre’yi alan Oscar’a da hafiften göz kırpan Annette Bening muhteşemdi. Black Swan’ı henüz izlemedim ama Natalie Portman’ın son derece güçlü bir rakibi var. Onun dışında Julianne Moore bir kez daha hem yaşının olmadığını hem de her rolün oyuncusu olduğunu kanıtladı. Diğer oyunculuklar da oldukça iyiydi. Müzik kullanımı biraz zayıf olsa da Joni Mitchell kısmıyla kalbimi çalmasını bildi.
Uzun lafın kısası The Kids Are Allright, bu senenin en iyi bağımsız filmlerinden biri. Sundance’deki övgüleri bileğinin hakkıyla almış, duru, üzerinden biraz zaman geçince ve kafa yorunca hoşluğu daha da katmerlenen bu nedenle şarap tadında bir film. Haliyle bu filmi zamanında kalbimi çalmış olan Sideways, Lost in Translation gibi aynı tattaki filmlerin yanına koymak gerekiyor. Ben de şimdi öyle yapıyorum 🙂

Görüşmek Üzere

 

you don’t get to 500 million friends without making a few enemies: the social network


Farkındayım, başlık biraz uzun oldu. Ancak filmi çok güzel özetlediği için bu seçim kaçınılmazdı. Evet günlerdir çeşitli film eleştirimenleri toplulukları tarafından yılın en iyi filmi olarak seçilen The Social Network’ü nihayetinde izlemek nasip oldu. Oscar’a sayılı günler kala hakkında epeyce yazılıp çizilen, altın küreyi kolunun altına alıp oscarı da almaya talibim diyen bu filmle ilgili olarak bir kaç kelam etmek de bana farz oldu. Gerçi oscar ödül törenine kadar en iyi film adaylarını izleyip buradan yorumlarımı paylaşmayı planlıyorum. Umarım bu planlarım suya düşmez. Neyse gevezeliğin sırası değil. Ben filme geçeyim. Bu arada şimdiden uyarayım yazı bir miktar spoiler içerebilir.
Facebook benim hayatıma 2007 yılında girmişti. Herkes gibi ben de çok eğlenceli bulmuştum. Arkadaş ekleyip çıkarmaktan ziyade, quiz uygulamaları, film ratingleri, pokerdi, tavlaydı kısacası uygulamalar kısmına bayılmıştım. İtiraf etmek gerekirse de o zamanlar epeyce bir vaktimi de almıştı. Gel gör ki underground takıldığım bu sosyal paylaşım sitesi, ülkemde devesa şekilde büyüdü. Yedisinden yetmişine tüm aile fertlerinin facebook hesaplarının olması bu çılgınlığın en büyük göstergesi. Ama artan kullanıcı sayısı artan mahalle baskısını da beraberinde getirdi. Eskiden gönül rahatlığı ile fotoğraf yüklediğim, durum güncellemesi kısmına aklıma ne gelirse yazdığım facebook eski tadını vermemeye başladı. O nedenle daha az vakit harcamaya başladım ama hesabımı kapatmak gibi bir yolla da girmedim. İyisi ile kötüyse o hesap benimdi, benden izler taşıyordu.
Peki bu facebook neyin nesiydi, nasıl ortaya çıktı ve niye bir çılgınlığa dönüştü. Film bu sorular etrafında şekillenmiş, merkezine ise facebook’un yaratıcısı Mark Zuckerberg’e açılmış iki davayı koyarak. Davalı ve davacılar görüşmelerini sürdürürken, backgroundlar ile facebook’un kuruluş öyküsüne, büyümesine, fenomene dönüşmesine de tanıklık ediyoruz. Anlıyoruz ki Mark Zuckenberg uyumuş uyanmış bir gecede milyarder olmuş bir kişi değil. O da sancılı bir süreç geçirmiş. Hatta yapısı gereği sanırım ileride de huzuru pek fazla bulamıyacak. Dahi olduğu kesin ama beşeri ilişkiler konusunda aynı derece başarılı değil. Zaten ” Ben kötü bir insan mıyım” sorusuna takılmış olması da başarısız ilişkilerinin bir sonucu. Bu nedenle sosyalleşmeye yeni bir platforma yani dijital platforma taşımayı aklına koyuyor. Kız meselesi olarak gösterilse de facebook bu şekilde doğuyor. İlk yatırımcısı da Mark Zuckerberg’in tek dostu Eduardo Saverin oluyor. Eduardo Saverin, Mark Zuckenberg gibi parlak bir zekaya sahip olsa da kendisini ispatlamak amacıyla Harvard’daki Phoenix grubuna katılmak için çalışmaktadır. Bir kez daha anladım ki Harvard’a, Stanford’a gitsen de  popüler olma, bu tarz gruplara katılma ABD’de bir zorunluluk. Bireysel özgürlüğü vaad eden bir ülke de bunların olması ise bir hayli trajı komik. Gerçi dünyanın her yerinde bu böyle. Var olmak için bir grubun parçası olmak…
Başlangıçta the facebook olan, facebook çok geçmeden Harvard’dan bir virüs gibi başka okullara da yayılıyor. Derken napsterın kurucusu işe dahil oluyor ve California günleri başlıyor. Ama hiç bir şey eskisi gibi olmuyor. Mark Zuckenberg tek dostunu kaybediyor. Dostu, Onu mahkemeye veriyor (ki bu konuda yerden göğe kadar haklı) Haliyle  yine bilgisayarına ve kodlarına sarılıyor Zuckenberg, yaralarını sarmak, kalp kırıklıklarını onarmak için.
Filmde geçen diğer bir dava ise vakti zamanında Mark Zuckenberg’in kapısını çalan, the harvard connection adlı bir dating sitesi kurmayı isteyen, Harvard kürek takımının üyeleri, fazlasıyla düzgün ve “beyefendi” olan ikiz kardeşler tarafından açılan fikir hırsızlığı davası. 65 milyon dolarlık tazminat ile olaylar tatlıya bağlanmış.  The harvard connection sitesi hiç kuruldu mu bilinmez ama bu ikiz kardeşler son yaz olimpiyatlarında ABD’yi kürek yarışmalarında temsil etmişler.
Filmin öyküsü kısaca böyle. David Fincher bu sefer oldukça sade bir filme imza atmış. Yine her David Fincher filminde olduğu gibi gri bir atmosfer hakim. Bu durum benim gibi dikkat sorunu yaşayanların öyküye daha fazla konsantre olmalarını sağlasa da pek çok kişinin filmden sıkılmasına neden olmuş. Ayrıca yine Fight Club, Seven gibi diğer Fincher filmlerine kıyasla zihninizi yormayan bir film. Anlaşılan Fincher, modadaki minimalizm akımına kayıtsız kalamayarak suküneti seçmiş. Gerçi Benjamin Button’da da bunun ipuçlarını vermişti.
Oyunculuklara gelecek olursak, bu sade filmi izlenibilir yapan en önemli unsurdu diyebilirim. Özellikle Mark Zuckenberg rolüyle Jesse Eisenberg, Eduardo Saverin rolüyle Andrew Gartfield çok iyi iş çıkarmış. Bir an bu ikisinin gerçek hayatta da sıkı dostlar olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Taze oyuncumuz Justin Timberlake’de fena değildi. Hatta şarkıcılık kariyerine ara vermesi isabet olmuş zira oyunculuğa daha kabiliyetli gibi. Bir de ikiz kardeşlerin arkadaşı rolünde Max Minghella vardı. Hatırlarsanız Agora filminden sonra kendisini yerden yere vurmuştum. Gerçi o zaman rol kendisine bir kaç beden büyük gelmişti. Ama bu filmde tam kendisine göre bir rolde izleme fırsatı bulduk. Rolü kısa olmasına rağmen başarılıydı. Sanırım ileride bu ismi fazlasıyla duyacağız.
Yazıyı sonlandırmadan önce filmin müziklerinin çok iyi olduğunu söylemeden geçemiyeceğim. “Baby, You’re A Rich Man” ile çoktan benim gönlümü fethetti. Tez zamanda arşive eklenmesi şart. Sonuç olarak the social network başarılı ve temiz bir film. Sizi pek fazla yormuyor. Hatta bu dinginliği nedeniyle şimdiden sıkıcı damgasını da yemiş durumda. Ama  özellikle Mark Zuckenberg ve Eduardo Saverin arasında yaşananları görmek açısından iyi bir tercih olabilir. Bu adamlardan bana ne diyorsanız hiç bulaşmayın derim. 27 Şubat gecesinde Oscar’ın en güçlü adayı olmasına karşın süprizlere hazırlıklı olunması konusunda şimdiden uyarımı  yapmak istiyorum. Gerçi o süpriz Inception olursa can kurban olunur ama The King’ s Speech’in olması daha muhtemel. Akademi üyeleri peri masallarını (bkz: Slumdog Millionaire) sever ama teknolojik bir peri masalını tercih ederler mi bilemiyorum. Ayrıca filmin sadeleği hem avantajı hem de dezavantajı. Daha ihtişamlı bir film tercihleri olabilir. Gel gör ki bu sene akademinin sevdiği tarzda ihtişamlı filmler oldukça az. Ama sinema için  iyi filmlerin yapıldığı (gerçi çoğu ülkemde vizyona giremedi) Hollywood filmlerinin de bağımsız sinemaya kaydığı bir yıl oldu 2010. Bu nedenle son üç dört yıldır bana göre sönük geçen, iz bırakmayan oscar töreni bu yıl oldukça canlı geçecek ve uzun yıllar hafızamda yer edecek gibi. Bakalım izleyip göreceğiz. 27 Şubat gelmeden sıradaki filme geçsem iyi olacak. Haydi o zaman The Kids Are Allright başlasın.
Görüşmek Üzere
 

all you need is love…


Bir yılın daha sonuna geliyoruz. Yeni yıla ilk merhabayı her sene olduğu gibi Love Actually eşliğinde ağaç süsleyerek dedik. Unuttum bir de güzel sohbete eşlik eden kahveler vardı. Şimdi söylemezsem sevgili nix başımın etini yer 😛 Gerçi benim ALES maceram nedeniyle bu sene biraz kısa oldu ama umarım seneye sabit bir insan olarak telafisini yapabiliriz.
Gelelim yeni yıla. Bu sene yeni yıldan isteyeceğim belli. Hatta son yıllardaki uzun dilek listemin aksine bu sene son derece kısa bir dilekle hakkımı kullanacağım. Eh zamanında John Lennon ve Paul Mccartney boşuna söylememişler “all you need is love” diye. Bunu istiyorum sadece. Nedeni mi … O da birazdan yapacağım alıntıda saklı. Evet bu kadar basit işte.
“Dünyanın gidişatı üzerine karamsarlığa düşünce Heathrow Havaalanı’nın geliş hatlarını düşünürüm. Nefret ve açgözlülüğün hakim olduğu bir dünyada yaşadığımız düşünülür. Ben öyle düşünmüyorum. Bence her yerde sevgi var. Çoğunlukla onurlu ya da haber değeri olmasa da her yerde sevgi var. Babalar, oğullar, anneler ve kızlar, karı kocalar, kız arkadaşlar, erkek arkadaşlar, eski arkadaşlar… Uçaklar ikiz kulelere çarptığında bildiğim kadarıyla uçaktan edilen telefonlar nefret dolu mesajlar içermiyordu. Hepsi de sevgi mesajlarıydı. Onu arayınca içimden bir ses şöyle diyor: Aşk gerçekten de her yerdedir!”

Eğer yüzünüzde bir tebessüm, yüreğinizde bir umut kısacası kendinizi daha iyi hissetmek istiyorsanız tam da bu zamanda Love Actually’i izlemenizi öneririm. Gerçi son zamanlarda bu filmin klonlarını çok gördük ama ilkinin yerini hiç biri tutmuyor. Hollywood’a inat bir kez daha diyorum ki Avrupa sineması romantik komedi işinde bir adım daha önde. Neyse lafı fazla uzatmadan kaçayım. Şimdiden iyi seyirler.
————————————————————————————————————-
Lost in translation (or short summary or what else…)
New year is coming.  Watching Love Actually, Decorating Christmas Tree were our first steps to new year. Of course I must mention about drinking coffee 🙂
I’m going to wish only one wish at new year . “Love”  As the beatles says “All you need is love” The reason is very simple.  That is the why:
“Whenever I get gloomy with the state of the world, I think about the arrivals gate at Heathrow Airport. General opinion’s starting to make out that we live in a world of hatred and greed, but I don’t see that. It seems to me that love is everywhere. Often, it’s not particularly dignified or newsworthy, but it’s always there – fathers and sons, mothers and daughters, husbands and wives, boyfriends, girlfriends, old friends. When the planes hit the Twin Towers, as far as I know, none of the phone calls from the people on board were messages of hate or revenge – they were all messages of love. If you look for it, I’ve got a sneaking suspicion… love actually is all around.”

from love actually

 
 

non, je ne regrette rien


Merhaba biraz soluklanmaya ihtiyacım var. Beynim pelte gibi. Öğle tatilinden çaldığım şu üç beş dakikada bir kaç satır karalamaya hakkım var doğrusu. Aylardan Aralık olmuş. 2010’a elveda demeye 2011’i kapımızda buyur etmeye hazırlanıyoruz. Ben ise elimdeki işleri yetiştirme derdinde çırpınıp duruyorum bazen çalkalanan bazense süt liman olan haliyeti ruhiyemle.
Biliyorum son yazdıklarım, yaşadıklarım ama buraya bir türlü yazamadıklarım ucundan kıyısından Edith Piaf’ a dokundu. Bunlar bilinçli olarak bir araya getirilmiş parçalar değil. Şimdi, 1984’den bana bakan George Orwell tesadüf diye bir şey yoktur diye kafama vuracak ama ne yapayım ben tesadüf kavramına inan bir insanım. En azından konuyla ilgili olarak Inception filminde Edith Piaf’ın “non je ne regret” parçasını kullanmak benim fikrim değildi, daha sonrasında la vie en rose’un bir konuşma anında deşifre edilmesi de, geçen Cuma La Mome’un izlenmesi de… Belki sonucusunda benim de payım olabilir, başka bir filmi de izleyebilirdim ama elim La Mome’a gitti. Kendimi o gün hazır hissettim yıllardır izlemeyi ertelediğim bu filmi seyretmeye. Edith Piaf’ın o sesine işleyen hüznün nedenlerinin bir kısmını biliyordum. Ama tamamını öğrenmeye yüreğim el vermemişti, okuyamamıştım otobiyografisini, yarım bırakmıştım. Kızdığım yerler olmuştu ama genellikle kaldırım serçesine üzülmüştüm. Güzel parçaların, hisli ve yoğun parçaların bedeli böyle bir hayat mı diye düşünmüştüm. Ah Bayan Piaf neden kendiniz gibi oldunuz ki, çünkü acı çekmenizin en önemli nedeni kendiniz gibi olmaktır.
La Mome, öncelikle başarılı bir film olmuş. Kesinlikle sıkıcı bir otobiyografik bir uyarlama değil. Konu Edith Piaf olunca filmin de müzik üzerine kurulması son derece doğal. Böylelikle bizlerde aslında her şarkının bir öyküsünün, bir anının eseri olduğunu anlıyoruz. Bunlar arasında beni en fazla şaşırtan Milord oldu. Edith Piaf’a göre fazlasıyla neşeli bulduğum bu parçanın aslında Titiene adlı, zamanında küçük Edith’i koruyup kollayan, Edith’in tekrar görmesi için dua eden hayat kadınını anlattığını öğrenmek ilk başta beni şaşırttı. Şarkının sözlerini bir kez daha dikkatlice gözden geçirince aslında çokta şaşırılmaması gerektiğini anladım. Ve böylelikle bu oldukça neşeli bulduğum şarkıya da bir parça hüzün karışmış oldu. Sırasıyla la foule, la vie en rose, padam padam arzı endam etti. Ancak son vuruş benim de tüm şarkıları içerisinde en fazla sevdiğim non, je ne regrette rien ile oldu. Sözlerini bilmeseniz bile şarkının melodisinden, Bayan Piaf’ın ses tonundan “Yıkılmadım, Bu yaşam bana ait” duygularını hissedebilirsiniz. Zaten Edith Piaf’da bu şarkı kendisine ilk kez tanıtıldığında “Bu benim demiş”. Aslında bu hepimizin şarkısı, hepimizi anlatıyor. Doğrularımızla ve yanlışlarımızla bu bizim hayatımız. Utanmak yerine onu böyle kabul etmek gerekiyor. Geçmişten bana ne diyebilmeli insan, süpürüp atabilmeli yeri geldiğinde. Tabi ki dersler alınmalı maziden ama sürekli geçmişe demir atarak anı unutmak gereksiz. Boşuna söylememişler Carpe Diem diye 🙂
La Mome’u bu kadar etkileyici yapan unsurlardan biri müzik ise diğeri de Marion Cotillard ‘ın sergilediği muhteşem oyunculuk. Ben beyaz perdede onu değil, kesinlikle Edith Piaf’ı izledim. Son yıllarda gördüğüm en iyi oyunculuk. Anasının ak sütü gibi helal olsun Oscar’ı, Altın Küresi vb. (Zaten o odülleri vermemiş olsalardı Akademi Üyelerini gidip bir güzel pataklardım) Gerçi o seneki Oscar törenin ardından heykelciği kazanması süpriz oldu gibisinden bir takım lakırdılar yapılmıştı, hatırlıyorum. Pes diyorum sadece. Başka kim bu kadar hak etmiştir ki Oscar’ı?
Oyunculuğun yanısıra filmim kurgusunu da beğendim. Geriye ileriye doğru gidişler, bütün bunların güzel bir şekilde bağlanması ve sonuçta ise bir şarkının hikayesini anlatılması gerçekten hoş bir anlatım tarzı olmuş. Ayrıca makyaj ve kostümler de çok iyiydi. Hatta birazcık zorlasalar başrol oyuncusu Piaf’ın çocukluğunu bile oynayacakmış. Bu makyaj ekibi rahatlıkla benden bile bir Edith Piaf yaratabilir 🙂 Tebrik ediyorum doğrusu.
Velhasıl bir yazı da burada biter. Bayan Piaf’a yakışacak şekilde non je ne regret ile kapanışı yapalım. Umarım huzurlu ve yüzünde müzip gülümse ile bu yazdıklarımı bir yerlerden okuyorsundur sayın Piaf. Gerçi henüz Fransızca öğrenebilmiş değilim. Af edersiniz o benim miskinliğim. Oralarda size bunları Fransızca’ya çevirecek birileri oduğundan da süphem yok. Uzun lafın kısası bize bıraktığın o muhteşem şarkılar ve farkında olmasan da tazelediğin güven duygusu için geç de olsa teşekkürlerimi sunuyorum ve diyorum ki GEÇMİŞTEN BANA NE NE
non, rien de rien,

non, je ne regrette rien,
ni le bien qu’on m’a fait, ni le mal,
tout ça m’est bien égal.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien.
c’est payé, balayé, oublié.
je me fous du passé.

avec mes souvenirs,
j’ai allumé le feu.
mes chagrins, mes plaisirs,
je n’ai plus besoin d’eux.
balayés mes amours
avec leurs trémolos,
balayés pour toujours :
je repars à zéro.

non, rien de rien,
non, je ne regrette rien,
ni le bien qu’on m’a fait, ni le mal,
tout ça m’est bien égal.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien
car ma vie,
car mes joies,
aujourd’hui,
ça commence avec toi…
————————————————————————–
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
bana yapılmış iyilikler ve kötülüklerin
hepsi aynı bana
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
ödendi, süpürüldü, unutuldu.
geçmişten bana ne!

anılarımı yaktım gitti
artık acı ve zevklerime ihtiyacım yok
aşklarımı tremololarıyla beraber süpürüp attım

sonsuza kadar sildim: elde var sıfır.

hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
bana yapılmış iyilikler ve kötülüklerin
hepsi aynı bana
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
çünkü yaşamım,
çünkü zevklerim
seninle başlıyor bugün.

 

la vie en rose… vulu la la … jeux d’enfants


Sanırım birazdan bu blogdaki en kısa yazıma imza atmış olacağım. Bayram tatilinde Inception nedeniyle her gün sabah akşam düzenli olarak aldığım Edith Piaf’ın dozu Perşembe akşamı yapılan bir görüşme ile iyice arttı.Pek hayırlı bir durum değil. La vie en rose… Ne diyeyim, bu şarkı benim yumuşak karnımdır. Bacak kadar bir çocukken Sabrina’yı izlerken ilk kez kulağıma çalınmıştı ve “vulu la la vulu la la”  şeklinde kendi çapımda söylemeye başlamıştım. Gel zaman git zaman şarkının Edith Piaf tarafından icra edildiği,  zatı muhteremin la vie en rose kadar güzel diğer parçalarının da olduğunu öğrenmiş oldum.
İçerisinde Paris olan her filmde ucundan kıyısından bu bayanın sesini duyarız. Ama bazı filmler vardır ki sadece onun şarkıları için yapılmıştır jeux d’enfants da olduğu gibi. İzlediğim ilk günden beri la vie en rose’u bu filmsiz, bu filmi ise la vie en rose’suz düşünemiyorum. Tabi bunu yine kendime sakladım, söyleyemedim…
“the magic spell you cast this is la vie en rose..”

P.S: Ayrıca büyüyünce turta olmak istiyorum 😛

 

Predatorlar Sarmış Dört Bir Yanımı


Tatil…Bazılarına çok uzun bana ise oldukça kısa gelen güzel tatilim. Bitiminin üzerinden dört gün geçse de halen özlemle anıyorum kendilerini. Tatilin büyük bir kısmını her bayram tatilinde olduğu gibi hiyjenik ev ortamını görüp hasta olarak geçirmiş olsam da boş bulduğum ve kendimi iyi hissettiğim zamanları film, anime izleyerek geçirdim. Gerçi izlenmesi gereken filmler listesinin çeyreğini bile bitirememiş olsam da uzun zamandan sonra arka arkaya film izleyebilmenin tadını çıkardım.
Açılışı Dost’da görüp, rafı indirircesine çekip aldığım haliyle DVD olarak basılması ile çok mutlu olduğum Tommy ile yapmış olsam da ilk etapta Predators’la ilgili bir şeyler yazmanın daha iyi olacağını düşündüm. Çünkü Tommy’nin üzerinde çalışılması, diğer materyallerin toplanması gerek. Tommy’i ilk izlediğimde sanırım yeni yetme ve ÖSS maratonuna hazırlanmaya başlamış bir birey olmam nedeniyle çok etkilenmiştim ama şimdi aynı etkiyi bulamadım. Gerçi Elton John’un göründüğü sahneleri yine hayranlıkla izledim ama ilki gibi değildi. Oysa Hair için durum farklı ve sanırım öyle olmaya da devam edecek.
Gelelim Predators’a . Çocukluğunu Arnold’lı Predator filmleriyle geçirmiş biri olarak serinin uzun zamandır beklenen bu filmini izlemek şart oldu. Ayrıca yapımcının Roberto Rodriguez olması da yeni filmle ilgili umutlarımızı yeşertti. Son olarak Alien vs. Predator saçmalığını izlemiş biri olarak eli yüzü düzgün bir Predator filmine ihtiyacımız vardı.  Kadroda kim ne derse desin benim çok çekici bulduğum ayrıca oyunculuk bakımından da takdirimi fazlasıyla kazanmış olan Adrien Brody’in bulunması beklentilerimi biraz daha yüksellti. İşin doğrusu film fena da olmamış. Arnold’lu Predator’ın yerini tutmadığı bir gerçek ama kötü bir film olduğu da söylenemez.
Film, diğer Predator filmleri gibi bir açılış sahnesine sahip. Farklı milletlerden insanlar kendilerini bir anda Predator’ların cirit attığı gezegende buluverir. Nasıl bu cehenneme düştükleri hakkında bilgileri yoktur. Hepsinin farklı bir hikayesi, hepsinin farklı bir yeteneği vardır ama diğer Predator filmlerinden farklı olarak hiç birinin kahraman olmak gibi bir niyeti yoktur. Herkes bu cehennemden paçayı kurtarmak için savaşmaktadır. Zaman içerisinde grup içerisinde biz kavramı gelişmeye başlasa da kadın kahramanımız dışında herkes kendisini düşünür. Sonunda kadın kahramanımız da hatasını anlar ancak hiç beklemediği bir kişi, o esnada kendisine yardım elini uzatır. Predator’lar açısından bakıldığında, onların arasında da tıpkı insanlar arasında olduğu gibi husumetin olduğunu, çok farklı predator türlerinin bulunduğunu öğreniyoruz. Ayrıca predator’ların tek başlarında yaban ellerde dolaşmadıklarını aslında bir arada yaşadıklarını, kamp ateşi yakıp etrafında yan gelip yattıklarını da görmüş oluyoruz 😛 Predator’lar hakkında bu son derece faydalı bilgiler ile donatıldıktan sonra kendimizi aksiyonu bol sahnelerin içerisinde buluveriyoruz. Predator’lar kah birbirleriyle savaşıyorlar kah bizim mazlum partinin elemanlarını kovalıyorlar. Ancak bu sahnelerin en güzeli cengaver bir yakuza’nın samuray kılıcı ile birlikte predator’a meydan okumasıydı.
Gönülsüz kahramanların gönülsüz lideri rolünde Adrien Brody’in sergilediği oyunculuk fena değildi. Aslında her rolün adamı olduğunu bu film ile bir kez daha kanıtlamış oldu. Film ile ilgili yapılan röportajda da ”İnsanların Predators filminde rol aldığım için şaşıracaklarını ancak Predator serisini çok sevdiğini, devam filminin çekileceğini öğrendiğinde projeye dahil olmak için elinden geliyorsa yaptığını” tüm içtenliği ile ifade etmiş. Film çekimi sırasında her türlü konfordan ve teknolojiden uzak balta girmemiş ormanda kalmayı tercih etmesi de işini ne kadar ciddiye aldığının bir göstergesi. Kendisi bir aksilik çıkmazsa daha uzun yıllar beyazperdede olacak gibi. Oscar heykelciklerinin de artmasını bekliyoruz ama bu onu pek de fazla ilgilendirmiyor. Diğer oyunculardan da çok fazla göze batan yok. Aslında City of God’da izlediğimiz Brezilyalı hatun kişi de fena oynamamış. Daha çok bağımsız filmlerde yer alsa da bu tarz filmlerde de kendilerini görmek istiyoruz. Elinden tutulursa çok iyi işlere imza atacak, yetenekli bir oyuncu. Kendi açımdan söyleyeyim geçtiğimiz aylarda cnbc-e de yayınlanan senaryosuz, abuk sabuk bir filmi baştan sona izlememin nedeni bu hatun kişidir. Film ne kadar vasatsa onun oyunculuğu o kadar iyiydi.
Sonuç olarak Predators iyi kurgusu, güzel aksiyon sahneleri, içerisinde barındırdığı hafif politik taşlamaları ve gönülsüz kahramanlar takımı ile iyi bir eğlencelik. İkinci kez izlenir mi bilemiyorum ama boş vaktiniz varsa sizlere keyifli dakikalar sunmakta. Bir de Predator ile büyümüş bizim kuşağı eski günlere götürmekte.
Görüşmek üzere. Şimdiden iyi seyirler 🙂
 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 25, 2010 in adrien brody, predators, sinema

 

Paris When it Sizzles: Bir İleri Bir Geri…


Dokuz günlük tatil… Fırsat bu fırsat diyeceğim ama bu tatilde bile çalıştığım için (sanki diğer tatillerde hiç çalışmamışım gibi) pjama, terlik , DVD keyfine tam anlamıyla varamıyorum. İşlerden kafamı kaldırdığım vakit tez yazmak gibi zaman yiyici ikinci bir canavar artık olmadığından DVDlerime koşuyorum. İzlenecek o kadar çok film var ki. Erteleye erteleye dağ kadar olmuş. Nasıl bitirilir bilemiyorum.
Neyse lafı daha fazla uzatmadan bir ay önce izlediğim daha yeni yorum yazmaya fırsat bulabildiğim Paris When It Sizzles filmine geleyim. Mekan sakinleri bilirler angelic’in Audrey Hepburn’e olan zaafını. Bu film, angelic’in Audrey Hepburn filmleri koleksiyonundaki yerini biraz geç de olsa almıştır. Genellikle Audrey Hepburn’ün filmlerini ilk kez televizyondan izleme fırsatım olmuştu. Çok şükür son yıllarda o filmlerin DVD’lerini ülkemize getirmek akıllarına geldi de sık sık hasret giderir olduk kendileriyle. Ama Paris When It Sizzles’ı televizyondan izleme fırsatına erişememiştim. Sabrina’da ki rol arkadaşı William Holden ile Audrey Hepburn’ün ikinci kez aynı filmde yer alması nasıl sonuçlar vermişti merak da ediyordum doğrusu. Sonunda filmin DVD’sine kavuştum. Ama film Türkçe’ye halen bir türlü anlam veremediğim Ağustos’da Paris adıyla çevrilmişti. Buna fazla takılmadan filmi izlemeye koyuldum. Her şey güzeldi hoştu ama 45 dakikadan sonra sevgili bilgisayarım DVD’yi oynatmama konusunda ısrarlı bir tutum sergiledi. Çok çabaladım  ancak pes ettim sonunda, DVD bozuk dedim ama asıl bozulanın bilgisayar olduğunu bilgisayarım çökünce fark ettim. Başarılı bir bilgisayar kurtarma operasyonundan sonra filmi kazasız belasız bitirebildim.
Gelelim filmin konusuna. Bir senaristin (Wiiliam Holden) iki gün içerisinde “Eyfel Kulesini Çalan Kız” adında bir senaryo yazması gerekmektedir. Aslında kendisine bu iş çok uzun zaman önce verilmiştir ama o hovardalık etmekten senaryoyu yazmaya fırsat bulamamıştır haliyle yumurta da kapıya dayanmış, patron senaryom da senaryom diye tutturmuştur. Bunun üzerine senaristimiz işleri yetiştiremeyeceğini fark eder ve kendisine bir asistan (Audrey Hepburn) tutar. Güzel asistan ile birlikte Eyfel Kulesini Çalan Kız’ı yazmaya başlarlar. Paris sokaklarında bir ileri bir geri giderler. Çoğu yerde ise birbirlerini yerler, birbirlerini kızdırmaktan zevk alırlar. (Sanırım bu bir yerlerden tanıdık geldi 😛 ) Senaryoya ne mi olur? Eh artık orasını da sizlerin hayal gücüne bırakıyorum.
Paris when it sizzles’ın diğer romantik komedilerin aksine farklı bir anlatım tarzı var. Gerçek ile kurgunun birbirine geçtiği sahneler ayrı bir tat bırakıyor izleyende. Ama işin ucu biraz kaçırılmış gibi. Tüm kilişelere yer verilmiş. Gerçi filmin amacı da bu. Kilişeler üzerine bir öykü çıkarmak ama bu seyirciyi bırazcık yoruyor. Süresi daha kısa olsaymış sanırım daha iyi olurmuş. Ama şurası bir gerçekçi o zamanın romantik komedilerindeki zeka pırıltısının kalıntıları maalesef günümüzdekilerde yok. Örneğin William Holden’ın My Fair Lady ile Beauty&Beast hakkındaki yorumları beni hem güldürdü hem düşünürdü. (İtiraf etmem gerekirse yorumu  da doğru : )) Audrey Hepburn ile William Holden arasındaki uyuma ise söylenecek söz yok. Sanırım Audrey Hepburn’ün yanına en çok William Holden yakışıyor. Filmdeki birbirlerini umarsamaz duran aslında bal gibi de umursadıkları görünen tavırları, tartışmalarındaki mimikleri, tonlamaları bir an için insana ikisinin gerçek hayatta da çift olduklarını zannettiriyor. Gerçi zamanında buna iliişkin söylentiler de çıkmış. Eğer doğruysa hiç şaşırmayacağım.
Bunun yanısıra film adı üzerinde Paris’i ayaklarınızın altına seriyor. Özellikle dostum Lebethron gibi Paris severlerin mutlaka izlemeleri gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Audrey Hepburn ile Givenchy iş birliğinin güzel örneklerini filmin her karesinde görmek mümkün. Ayrıntılı bilgiyi şu adreste bulmak (http://glassoffashion.wordpress.com/project-audrey/paris-when-it-sizzles-1964/) mümkünken Givenchy’in acilen silkelenip tez zamanda eski günlerine dönmesini bekliyoruz.
Paris when it sizzles güzel bir eğlencelik ancak Audrey Hepburn’un diğer romantik komedilerinin yanında biraz zayıf kalıyor. Bunun da nedeni fazlaca detaya boğulmuş olması. Ayrıca unutmadan söyleyeyim Charade’yi izlediyseniz ortak kullanılan mekanların sayısının oldukça fazla olduğunu da fark edeceksiniz. Sanırım bir film bittikten sonra diğerine başlanmış. Bu durum beni rahatsız etmedi aksine Charade’yi hatırlayınca yüzümde kocaman bir gülümse belirdi. Ne de olsa Charade, Audrey Hepburn filmleri arasında Roma Tatili ile birlikte açık ara favorim. Neyse bana müsade. İzlenecek çok film var.
Görüşmek üzere