Kategori arşivi: gezdim gördüm ve deklanşöre bastım
Kapadokya Günlükleri: Göreme
Kapadokya Günlükleri: Ürgüp
Balonla Beş Hafta… Kapadokya
Ben Giderim Batum’a : Batum’da Gün
Görüşmek üzere.
P.S: Bu arada cümleten iyi bayramlar.
Ben Giderim Batum’a: Bir Batum Akşamı
Batum’a varmak için Erzurum’dan yola çıktık. Artvin üzerinden Batum’a ulaştık. Ancak gidiş yolu oldukça zahmetli ve yorucuydu. Çoruh’un azgın sularına kafa tutmak için inşaatı süren irili ufaklı barajlar ve yapım çalışması süren yeni Artvin yolu nedeniyle dur kalklı bir yolculuk geçirdik. Bu nedenle kara yolu ile gidecek olanlara Rize üzerinden gitmelerini tavsiye ediyorum. Artvin’de fazla oyalanmadan iskameti Hopa’ya çevirdik. Hopa’da ekibin kalan kısmını toplayıp Sarp Sınır Kapısı’na gittik. Elimizde pasaportlarımız sıranın bize gelmesini bekledik. Ama bizim gibi beklemeye tahamülü olmayan Gürcüler sıranın çeşitli yerlerinden kaynak yaparak hem bekleme süresini uzattılar hem de sinirlerimizin ne kadar sağlam olduğunu ufak bir teste sabit tuttular. Sanırım benim fazlaca sinirlenmediğimi görüp beni bir de bavul ticareti yapan ahalinin geçtiği kapıdan geçmek zorunda bıraktılar. Bu kapı çok küçük olunca haliyle geçmek için bayağı bir hamle yapmak gerekiyor. Tabi ben de oyunu kurallarına göre oynadım. Dirsek hamleleri ve esnekliğimi kullanıp 5 dakikada bu kapıdan geçebildim. Geçtikten sonra kapının diğer tarafında duran Gürcü Polisi aslında gerek yoktu diyerek beni sinir etmedi değil. Son gülen iyi güler diyerek Gürcistan topraklarına adım attım.
Batum’a ulaştığımızda yağmur sonrası toprağın kokusu ciğerlerimizi doldurmuştu. Denizden hafif bir esinti geliyordu. Nasıl anlatsam Batum, Sinop’umuz gibi Karadeniz’den ziyade Akdeniz şehirlerine daha fazla benziyor, bir nevi tatil kasabası. Girişinde irili ufaklı pansiyonlar bu görüşü destekliyor. Deniz, kum, güneş cazip bir seçenek olsa da asıl hedefimiz şehir merkezi olduğundan merkeze doğru ilerledik. Bambaşka bir alfabe kullandıkları için bizim için trafik levhalarının hepsi anlamsız. Allah’tan derdimizi anlayacak çok sayıda Türkçe konuşan insan bulmak yabancılığımızı bir nebze olsun azalttı. Sonunda şehir merkezine ulaştık
Bir an önce sırt çantalarımızı otele atıp, kendimizi sokaklara vurmak istiyorduk. Zor da olsa İstanbul Oteli ‘ni bulduk. Sıkı bir pazarlık sonrasında odalarımıza yerleştik. Üzerine ufak bir atıştırma sonrasında yollar bizimdir. Otel çalışanından ufak birkaç tavsiye ile Batum’un kalbinin attığı yere ulaştık.
Öncelikle bu şehirde en fazla hoşuma giden geniş yollar oldu. Yolların ışıklandırılmasına da dikkat edilmiş. Yani kör bir nokta yok. Sovyetler’den kalma tek tip evlerin bir kısmı elden geçirilip lüks sitelere dönüştürülmüş, bir kısmı ise tamamen yıkılmış, bazılarının yerlerine bizdeki TOKİ evlerine benzeyen yeni evler yapılıyor bazılarına ise ultra lüks villalar. Eski Gürcü evleri ise el üstünde tutuluyor desem abartmış sayılmam. Büyük bir kısmı restore edilmiş. Buralar, bazı kamu kuruluşlarının, bankaların evi olmuş. Bazıları ise butik otele çevrilmiş, bazılarında ise halen oturanlar var. Herkesin elinde bizdeki yaz akşamlarında da sıklıkla gördüğümüz çekirdek olmasına rağmen sokaklar tertemiz. Gitarın yerini burada akardiyon almış. Adım başı bir akordiyon sesi duymak mümkün. Bu sese haliyle kayıtsız kalamayan sadece ben değildim.
Bir sokaktan diğerine sonunda yollar bizi Medusa’nın heykeline götürdü. Medusa Batum’a kol kanat geriyor. Biraz ilerisinde Poseidion. Bir liman kenti olan Batum’da Poseidion ile yollarımız çokca kesişecekti. Çevre düzenlemesi ve heykellerin güzelliği karşısında insan söyleyecek söz bulamıyor doğrusu.
Sonrasında ufak bir dondurma arası verdim. Ama verdiğime vereceğime pişman oldum. Tartışmasız hayatımın en kötü dondurmasını yedim. Gece boyunca karnımdan tuhaf seslerin gelmesine neden olsa da keyfimin bozulmasına izin vermedim. Akşam geceye doğru ilerlerken tatlı bir esintinin hüküm sürdüğü bu komşu diyarda otelimize kadar yürüdük. Yorucu bir günün sonunda uykunun dayanılmaz çekimine kapılıp Poseidion’un şehrinde tatlı bir uykuya daldık.
Erzurum Çarşı Pazar…
Çok sevdiğim Sarı Gelin türküsü böyle başlar: Erzurum çarşı pazar. Resimlerden, fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla bir zamanlar öyleymiş. Aslında şimdi bile çoğu kurumun, kuruluşun, şirketin, Doğu Anadolu Bölge merkezlerinin Erzurum olması, Atatürk Üniversitesi’ni dolduran öğrenciler kısmen de olsa geçmişin mirası ama öyle benim gibi geçmişin romantizmine kapılıp meydanlarda çarşı pazar ararsanız hayal kırıklığına uğrarsınız. Büyük bir şehir olmasına rağmen sanırım zor hava koşullarının da etkisiyle bu şehrin insanları hayatlarının büyük bir kısmını evlerinde geçirmeyi tercih etmiş. Sokaklarda, caddelerde hiçbir zaman öyle aman aman bir insan yoğunluğunu göremiyorsunuz. Tabi bu durum şehrin çehresine de yansımış.
Erzurum’un dikkat çeken bir diğer özelliği ise (aslında çarşı pazar olmasında da kaynaklanıyor) adreslerde hep bir kapı kelimesi geçmesi, Gürcü Kapı, Kars Kapı, Tebriz Kapı… Tabi olaya hemen müdahale edip çevremdekilere adresler neden böyle, neden burası Gürcü Kapı diye sormadan kendimi alıkoyamadım. Birkaç başarısız cevap denemesinden sonra nihayetinde doyurucu yanıtlara ulaştım. Vakti zamanında çarşısı pazarı meşhur, aynı zamanda önemli bir ilim irfan yuvası olan Erzurum’a gelen giden eksik olmazmış. Misafirler rahat gelip gitsinler, aynı zamanda nerden geldiklerini de bilelim diye şehrin etrafına kapılar yapılmış. Kars’dan gelenler Kars Kapısı’nı, Tebriz’den gelenler Tebriz Kapıs’nı, Erzincan’dan Erzincan Kapısı’nı kullanmaya başlamışlar. Bu kapıların en önemlileri Kars Kapı, Tebriz Kapı, Erzincan Kapı, İstanbul Kapı, Harput Kapı, Gürcü Kapı, Kavak Kapı’ymış. Bunlardan günümüze ise sadece Kars Kapı, İstanbul Kapı ve Kavak Kapı kalabilmiş. Diğer kapılar bilinçsizlik, çarpık yerleşme gibi faktörlerin etkisiyle yok olup gitmişler. Ayakta kalan kapıları gördün mü diye soracak olursanız yanıtım maalesef hayır. Askeri bölge içerisinde kaldığı için diğer kapılardan daha fazla korunan bu nedenle kapıların en şanslısı Kars Kapı’ya askeriye giremediğimizden, Erzurum Kongresi’ne geldiğinde Atatürk’ün geçmiş olduğu İstanbul Kapı’yı alemcilerin bir numaralı mekanı olmasından, Kavak Kapı’yı ise iki mahalleyi birbirine bağlayan bir tünel vazifesi görmesi ve kapının ayırt edilememesinden dolayı göremedik.
Artık adına ne dersiniz deyin tarihimize sahip çıkmama bilinçsizliğimizin tavan yaptığı ilimiz üzülerek söylüyorum ki Erzurum. Başta İstanbul Kapı’nın içler acısı hali varken bir de Çifte Minareli Medrese’nin içler acısını görmek yüreğimi daha da burktu. 18.00-18.30 gibi son derece uygun bir saatte gitmiş olmamıza karşın, alemcilerin de burayı mekan tuttuğu görmek, sürekli atılan laflara maruz kalmak buradan apar topar ayrılmamıza neden oldu. Halkın büyük bir kısmı da tepkili ama bir şeylerin değişmesi için artık devletimizin önlem alması gerekiyor. Sonu gelmeyen özensiz restorasyon çalışmaları ile olmuyor artık. Oysa rivayete göre Tebriz Kapı’nın yerine kurulmuş, çifte minareli medreseye komşu Tebriz Çarşı bir nebze, işte türküdeki çarşı Pazar burası olmalı dedirtiyor ama rahatça gezemedikten sonra neye yarar.
Gelelim şehrin içerisindeki diğer medreseye yani Yakutiye Medresesi’ne. Bu medrese yine bir mimari şah eseri… Görür görmez sevdim kendilerini ama yanına yaklaşmak mümkün olmadı. Yine bilindik uzadıkça uzayan restorasyon çalışmaları. Şehir sakinleri haliyle tepkili… Eski hali çok güzeldi diyorlar sürekli. Ama biz maalesef medresenin etrafını sıralayan demirleri, oraya buraya savrulmuş parçaları gördük. Bir iki kare fotoğraf çekmek istedik ama Çifte Minareli Medrese’deki durum burada da devam etti.
İş güç koşuşturmaca, hafta sonu çevre illere yapılan geziler nedeniyle Aziziye Tablalarına gündüz gözüyle gitmek kısmet olmadı. Gerçi pek çok kişiden birkaç parça taş başka bir şey yok gibi laflar duymuş ve bunlara haliyle kızmış olsam da, bu tablaların ne kadar önemli olduğu bilinen bir gerçek. Tarihi canlandırma fırsatım olacaktı ama olmadı. Lakin biraz daha yakın bir tarihi canlandırma fırsatına eriştim. “Manda ve himaye kabul edilemez” işte bu cümlenin yankılandığı salonda yürümek, o sıralar oturmak fırsatım oldu hem de 23 Temmuz’dan bir gün önce. Hep olumsuzluklardan bahsettim durdum yazım boyunca ama Kongre Binası’nın diğer yapılara nazaran daha bakımlı olduğunu görmek biraz da olsa sevindirdi. Ancak burada da tanıtım yok. Oysa hepimiz biliyoruz Erzurum kongresinin Kurtuluş Savaşımızdaki önemini. Ama bu tarihi uyutmaya karar vermişiz. Bu bakımdan bir kez daha Samsun’u takdir ettim. Atamızın Samsun’a ayak basışını Samsun unutmamış, misafirlerine de unutturmuyor. Ama Erzurum öyle değil. Reklam panolarında Erzurum kongresine dair bir şeyler gördüğümü hatırlayamıyorum. Gerçi İstanbul Kapı’nın, Çifte Minareli Medrese’nin durumu ortada iken bunları istemek fazlasıyla büyük bir beklenti olur.
Gelelim Tortum Şelalesine. Batum gidişinde bu şelaleye de uğramamazlık etmedik. Gerçi çok kötü bir günde gittiğimizin farkındaydık. Önceki yazılarımda da bahsettiğim malum yağmur bulutu yine takipteydi. Gri bir gökyüzü, yer yer hızlanan yağmur ile suyu nispeten çekilmiş bir şelaleyi kayganlaşan zemin nedeniyle güç bela gezebildik. Şelale demek benim lügatımda çok güzel fotoğraf kareleri demektir ama hava koşulları bu hevesimi kursağımda bıraktı. Yine de güzel sayılabilecek bir kaç kare çekmeyi başarabildim.
Böylelikle mekân sahibinin Doğu Anadolu turu şimdilik burada bitiyor. Şunu biliyorum ki bu son olmayacak. İnatla ülkemizin Batısını ve Güneyini tatil mekânı olarak algılayan zihniyete karşın Işığın Doğudan yükseldiğini yineliyorum. Tamam deniz, kum, güneş… Bunlara karşı değilim hatta severim ama biraz da olsa yurdumuzun diğer saklı hazinelerini görebilsek. İshakpaşa Sarayı’nı, Ani Harabeleri’ni, Çifte Minareli Medrese’yi ve adını sayamadığım nicesini. Ama ümitliyim. Özellikle kültür turları nedeniyle insanlarımız ülkemizin sadece Batı’dan ibaret olmadığını anlıyor. Genellikle tembellik eden ancak; tek seferde çok ve uzunca yazan mekân sahibi yeni yolculuklar ve öyküler için müsaadenizi ister.
Görüşmek üzere
Erzurum’a yolu düşecek olanlara naçizane birkaç tavsiye:
– Oltucular çarşısına mutlaka uğrayın. Bin bir modelle bezenmiş oltu taşları sizleri bekliyor. Her zevke hitap eden bir şeyler var. Ama olmazsa olmazı tespihtir. Biraz pahalıdır ama ileride aldığınıza pişman olmazsanız.
– Yöresel tatları denemek istiyorsanız istikamet Erzurum Evleri… Bu tatları eski bir Erzurum evi dikkate alınarak dekore edilmiş bir mekânda yemek daha da bir başka oluyor. (Yukarıdaki fotoğraf bu evden çekilmiş bir karedir)
-Cağ kebabının vatanında bu kebabın çok da başarılı yapıldığını maalesef söyleyemeyeceğim ama Dönerci Hacı Baba’nın dönerini mutlaka denemenizi öneriyorum.
– Palandöken’e uğrayın. Hatta Palandöken’e giderken kayak yapan Dadaş heykelinin önünde fotoğraf çektirin. (Ben yapamadım içimde kaldı)
-Çifte Minareli Medrese, Yakutiye Medresesi, Erzurum Kongresi Binası’nı görmemezlik etmeyin.
– Ve tabiki fon müziği olarak “Sarı Gelin “
Kars… Bir de Deli Deli Olma
Yanı başındaki komşusu Erzurum’un aksine Kars’da yaşam sokaklarda, caddelerde akıyor. Adım başı bir çay bahçesi, cafe ve buna benzer mekanlar karşınıza dikiliveriyor. Rahatsız etmeyen hafif bir müzik kulaklarınıza doğru süzülürken, hemen ilerideki lokantadan enfes kokular yükseliyor. Ani’de 3,5 saat süren gezintinin neticesinde insan ister istemez acıkıyor. Çizgi film karakterleri gibi kokunun geldiği yöne doğru uçmak istiyor, Kars’ın simgelerinden biri olan kaz etini denemek için sabırsızlanıyorsunuz. Ama O da ne, Dilek Abla (Hanımeli restoranın sahibi) kar kalktıktan sonra kaz etti yenilmez diyerek kışa kadar sabretmemiz gerektiğini söylüyor. Kaz etinin yerine bir çırpıda masamızı Kars’ın diğer güzel yemekleri ile donatıveriyor. Ah adlarını neden yazmadım ki, hepsinin tatları dilimin ucunda keşke adları da dilimin ucunda olsaydı. Yemekleri büyük bir hızla mideye indiriyoruz. Yemeğin yanında reyhan şurubu eşlik ediyor. Nasıl bir tattır öyle. Reyhan bizim memlekette de çok fazla kullanılır, hatta bu tattan mahrum kalmamak için Ankara’da 7.kattaki evimde küçük bir saksının içerisinde reyhan yetiştirmeye çalışıyorum. (Ne de olsa ninenim bana yadigârı )Ama doğrusu reyhanın şurubunu yapmak hiç aklıma gelmemişti. Ayaküstü bu eşsiz tadın tarifini alıp, yine tekrar Kars sokaklarına vuruyoruz kendimizi. Bu sefer istikamet Kars Kalesi. Aslanlı heykelin mi yoksa atlı heykelin mi oradan dönecektik, kafamız biraz karışıyor. Allahtan sorduğumuz kişiler büyük bir yardımseverlikle ayrıntılı olarak kaleye nasıl gideceğimizi anlatıveriyorlar. Biz de rotamızı çizdikleri pusulaya göre ayarlayıp şehrin sokaklarında kayboluyoruz. Ve o sokaklar insanı hayrete düşürüyor. Geçmişe ışık tutan , pırıl pırıl bakımlı sokaklar. Geçmişin yüküne dayanamayan bazı binalar restorasyon sırasının kendilerine gelmesini bekliyor sessizce. Erzurum ile kıyaslandığında şehirde hummalı bir restorasyon çalışması var. Ve ister istemez kendime şu soruyu soruyorum Üniversiteler Arası Kış Olimpiyatlarını yoksa Kars’mı düzenleyecekti.
Kale tüm ihtişamı ile bizleri karşılıyor. Sanırım bozulmadan günümüze gelebilen ender kalelerden birisi. İçerisi hayli büyük. Kale, ayaklarınız altına bir anda tüm Kars’ı seriyor. Manzaranın tadını çıkartırken ansızın tanıdık bir melodi kulağıma takılıyor. Ne o, yoksa tulum sesi mi? Daha sonra sesin kaynağı ortaya çıkıyor. Kafkas Üniversitesi’nden bir grup öğrenci tulum eşliğinde horon tepiyor. Sırtımda şu kocaman çanta ve boynumda fotoğraf makinem olmasa sevgili dostum Miriel’in öğrettiği kadarıyla horon tepenlerin arasına katılacaktım. Ama ben bu güzel görüntüyü kaydetmeyi tercih ediyorum.
Görüşmek üzere.
Kars’a yolu düşecek olanlara nacizhane birkaç küçük tavsiye:
– Kars’ın yöresel yemeklerini tatmak için merkezdeki Hanımeli Restorant’a mutlaka uğrayın.
– Kümbet Cami’ni gezmemezlik etmeyin.
– Kars Kalesi’ne mutlaka tırmanın.
– Ani Harabeleri’ne mutlaka uğrayın. Fotoğraf makinenizi yanınızdan eksik etmeyin. Ayrıca yüksek bellekli bir hafıza kartınızın olması da iyi olur. Şahsen ben 300-350 kare fotoğraf çektim.
– Şehir merkezini süsleyen heykellerin önünde mutlaka fotoğraf çektirin. (Muhtemelen başka şehirlerimizde bu kadar güzel heykeli bir arada bulamayacaksınız.)
– Ben alamadım ama kaşar peyniri almadan evinize dönmeyin.
Ağrı Dağı’nın Karşısında Doğubeyazıt…
Görüşmek üzere.
Dış cephe,
Birinci ve ikinci avlu,
Zindan,
Selamlık dairesi,
Cami binası,
Aşevi (Darüzziyafe),
Hamam,
Harem dairesi odaları,
Fırın,
Merasim ve eğlence salonu,
kalorifer sistemi
Takkapılar,
Cephanelik ve erzak odaları,
Türbe binası,
İç mimariden bazı bölümler (kapılar, pencereler, dolaplar, şerbetlikler, şömineler vb.)
Kaynak: tr.wikipedia.org
İpek Yolu Masalı: Ani
Uzun bir aradan sonra tekrardan merhaba. Yorucu günler geride kaldı demek istiyorum ama henüz atlatamadım. Bu arada bulduğum her boş vakti, bir daha buralara gelemeyecekmişim gibi gezmeye ayırıyorum. Ani, Kars, Doğubeyazıt, Ağrı derken hafta sonu kendimi Batum’da buldum. İlerleyen günlerde oralardan yansıyan kareler de burayı süsleyecek. Umarım tez vakit de olur.
Zamanın Durduğu Yer : Ani
Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik ve sonunda zamanın durduğu yere geldik yani Ani’ye geldik. Zamanın durduğu yer diyorum çünkü Ani tarihler boyu pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış kocaman bir kent. Büyüklüğünü içerisini gezmek için 3,5 saat harcadığımızda fark ettik. Her ne kadar şu an 600 seneye yakındır büyük bir uykuda olsa da Ani zamanında, İstanbul ve Antakya ile birlikte nüfusun en fazla olduğu kentler arasında anılırmış. Çoğu Doğu Anadolu kenti gibi Ani’nin kuruluşu da Urartular zamanına dayanıyor. Urartular, İpek Yolu’nun geçiş noktası üzerinde korunaklı bu bölgede Ani şehrini kurarlar.
İşte bu tarihten sonra Ani’nin serüveni başlar. Urartulardan sonra İskitler, İskitler’den sonra Persler. Persler zamanında Ani, Armenia yani Ermenistan eyaletine bağlanır. Persler’den sonra çeşitli imparatorlukların hâkimiyetine girse de (Roma, Bizans, Selçuk, Osmanlı) Ani, Ermeniler’in yoğun olarak yaşadığı bir kent olmayı sürdürmüştür. Özellikle M.S 800’den başlayan imar çalışmaları ile bu gün halen ayakta olan ve birçoğu ayağa kaldırılmayı bekleyen yapılar inşa edilmiştir. Bu yoğun inşa çalışmalarının sonucunda Ani 1001 kiliseli şehir olarak da anılmaya başlanmış. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Ani’ye gelişi ile birlikte bu kiliselerin yanına camiler, kervansaraylar katılmış. Bu gün çoğumuz için imkânsız bir düş gibi gelse de büyük bir hoşgörü ile her milletten insan Ani’de yaşar olmuş. Timur’un Anadolu’ya gelişi, Akkoyunlu devletinin hâkimiyetini sırasında diğer Doğu Anadolu şehirleri gibi harap olan Ani, son olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetine girmiştir. Ancak 1600’li yılların başında yaşanan şiddetli deprem kente oldukça büyük hasar vermiş, son sakinleri de bu deprem sonrasında Ani’den göçüp gitmiştir. O gün bugündür Ani derin bir uykudadır.
Ani bir Rus arkelog tarafından gün ışığına çıkartılır. Başta ödenek yetersizliği, kentin büyüklüğü, komşumuz Ermenistan ile devam eden bilindik sorunlar nedeniyle o gün bugündür kazı çalışmaları devam etmektedir. Şu an gördüklerimiz büyük ihtimalle buzdağının görünen kısmı. Daha gün ışığına çıkartılmamış pek çok hazineyi barındırdığından eminim Ani’nin. Ancak ülkemde tarihine çıkma bilincinin ne kadar düşük olduğunu Ani’yi gezerken bir kez daha anladım. Özellikle büyük Katedralin tepesine çıkıp ismini yazmayı başarmış olan Mehmet Aydın adlı şahsı tebrik ediyorum (!) Bu durum sadece kiliseler için geçerli değil camileri de aynı şekilde tanınmayacak hale getirmiş insanımız.
Ani’nin bunun dışında diğer bazı önemli ve büyük sorunları var. Doğru düzgün ne bir yol ne de yerinizi yönünüzü tayin edebileceğimiz kapsamlı haritalar var. Sadece uyduruk diyebileceğim birkaç levha var. Yolların yanında ışıklandırma aramak da büyük bir lüks haliyle. Haliyle bu tarih hazinesini gün batarken veya akşam yıldızların altında gezmek imkânsız hale geliyor. Bir de ot sorunu var. Boyunuzu aşan yabani otlar her tarafı kaplamış. Ayrıca civardaki köylüler, hayvanlarını halen burada otlatıyor. Bu nedenle tarihi kalıntıların etrafında hatta içerisinde hayvan dışkısı görmek olağan hale geliyor. Burnunuza sinen o ağır koku bazı yerlerde ilerlemenizi epey zorlaştırıyor. Aslında çok da zor değil: Tarihimize sahip çıkmak onu korumak. Güzel yollar ve ışıklandırma sistemi, kapsamlı bir temizlik ve restorasyon çalışması, Ani ve civarında konaklama imkanlarının arttırılması hem buralara gelenlerin sayısını arttırır hem de bölgenin yerlilerine tarım ve hayvancılıktan sonra ikinci bir gelir kapısı yaratır. Ama bunlar yapılmayacak. Halen ülkemiz İstanbul ve Antalya’dan ibaret zannediliyor. Turistin ne işi var Kars’da, Erzurum’da, Sivas’da
Ani ile ilgili bu ilk yazımı burada bitirirken yıllardır birbiriyle kardeş olarak yaşamış iki milletin birbirine nasıl düşman edildiğini Ani’nin birbirine kavuşamayan iki yakasını görerek (Aras nehri sınır, nehirden sonraki topraklar Ermenistan’a ait) bir kez daha içim acıyarak anımsadım. Keşke genellemeler yapmadan insanları sırf insan olduğu için değerlendirebilseydik. Her iki tarafta bunun acısını çekti hatta halen çekiyoruz. Hatalarımız yüzünden içimizdeki renklerin bir kısmını soldurduk. Ama yine de geleceğe umutla bakmak gerekiyor. Umarım ileride bir gün Ermenistan olması gerektiği gibi komşumuz olabilir.
– The cathedral of Ani
– The church of St Gregory of Tigran Honent
– The church of the Holy Redeemer
– The church of St Gregory of the Abughamrents
– King Gagik’s church of St Gregory (Ani’de en sevdiğim yapı bu oldu. Maketi olsa kesinlikle alırdım)
– The church of the Holy Apostles
– The mosque of Minuchir
– The citadel
– The city walls
– Virgins’ chapel
Ayrıca şu aşağıda verdiğim linkte şehre ait güzel bir simülasyon var:
http://www.virtualani.org/citymap.htm
Kaynakça:
tr.wikipedia.org
en.wikipedia.org
http://www.oguzsevim.org/