RSS

Aylık arşivler: Kasım 2010

la vie en rose… vulu la la … jeux d’enfants


Sanırım birazdan bu blogdaki en kısa yazıma imza atmış olacağım. Bayram tatilinde Inception nedeniyle her gün sabah akşam düzenli olarak aldığım Edith Piaf’ın dozu Perşembe akşamı yapılan bir görüşme ile iyice arttı.Pek hayırlı bir durum değil. La vie en rose… Ne diyeyim, bu şarkı benim yumuşak karnımdır. Bacak kadar bir çocukken Sabrina’yı izlerken ilk kez kulağıma çalınmıştı ve “vulu la la vulu la la”  şeklinde kendi çapımda söylemeye başlamıştım. Gel zaman git zaman şarkının Edith Piaf tarafından icra edildiği,  zatı muhteremin la vie en rose kadar güzel diğer parçalarının da olduğunu öğrenmiş oldum.
İçerisinde Paris olan her filmde ucundan kıyısından bu bayanın sesini duyarız. Ama bazı filmler vardır ki sadece onun şarkıları için yapılmıştır jeux d’enfants da olduğu gibi. İzlediğim ilk günden beri la vie en rose’u bu filmsiz, bu filmi ise la vie en rose’suz düşünemiyorum. Tabi bunu yine kendime sakladım, söyleyemedim…
“the magic spell you cast this is la vie en rose..”

P.S: Ayrıca büyüyünce turta olmak istiyorum 😛

 

Predatorlar Sarmış Dört Bir Yanımı


Tatil…Bazılarına çok uzun bana ise oldukça kısa gelen güzel tatilim. Bitiminin üzerinden dört gün geçse de halen özlemle anıyorum kendilerini. Tatilin büyük bir kısmını her bayram tatilinde olduğu gibi hiyjenik ev ortamını görüp hasta olarak geçirmiş olsam da boş bulduğum ve kendimi iyi hissettiğim zamanları film, anime izleyerek geçirdim. Gerçi izlenmesi gereken filmler listesinin çeyreğini bile bitirememiş olsam da uzun zamandan sonra arka arkaya film izleyebilmenin tadını çıkardım.
Açılışı Dost’da görüp, rafı indirircesine çekip aldığım haliyle DVD olarak basılması ile çok mutlu olduğum Tommy ile yapmış olsam da ilk etapta Predators’la ilgili bir şeyler yazmanın daha iyi olacağını düşündüm. Çünkü Tommy’nin üzerinde çalışılması, diğer materyallerin toplanması gerek. Tommy’i ilk izlediğimde sanırım yeni yetme ve ÖSS maratonuna hazırlanmaya başlamış bir birey olmam nedeniyle çok etkilenmiştim ama şimdi aynı etkiyi bulamadım. Gerçi Elton John’un göründüğü sahneleri yine hayranlıkla izledim ama ilki gibi değildi. Oysa Hair için durum farklı ve sanırım öyle olmaya da devam edecek.
Gelelim Predators’a . Çocukluğunu Arnold’lı Predator filmleriyle geçirmiş biri olarak serinin uzun zamandır beklenen bu filmini izlemek şart oldu. Ayrıca yapımcının Roberto Rodriguez olması da yeni filmle ilgili umutlarımızı yeşertti. Son olarak Alien vs. Predator saçmalığını izlemiş biri olarak eli yüzü düzgün bir Predator filmine ihtiyacımız vardı.  Kadroda kim ne derse desin benim çok çekici bulduğum ayrıca oyunculuk bakımından da takdirimi fazlasıyla kazanmış olan Adrien Brody’in bulunması beklentilerimi biraz daha yüksellti. İşin doğrusu film fena da olmamış. Arnold’lu Predator’ın yerini tutmadığı bir gerçek ama kötü bir film olduğu da söylenemez.
Film, diğer Predator filmleri gibi bir açılış sahnesine sahip. Farklı milletlerden insanlar kendilerini bir anda Predator’ların cirit attığı gezegende buluverir. Nasıl bu cehenneme düştükleri hakkında bilgileri yoktur. Hepsinin farklı bir hikayesi, hepsinin farklı bir yeteneği vardır ama diğer Predator filmlerinden farklı olarak hiç birinin kahraman olmak gibi bir niyeti yoktur. Herkes bu cehennemden paçayı kurtarmak için savaşmaktadır. Zaman içerisinde grup içerisinde biz kavramı gelişmeye başlasa da kadın kahramanımız dışında herkes kendisini düşünür. Sonunda kadın kahramanımız da hatasını anlar ancak hiç beklemediği bir kişi, o esnada kendisine yardım elini uzatır. Predator’lar açısından bakıldığında, onların arasında da tıpkı insanlar arasında olduğu gibi husumetin olduğunu, çok farklı predator türlerinin bulunduğunu öğreniyoruz. Ayrıca predator’ların tek başlarında yaban ellerde dolaşmadıklarını aslında bir arada yaşadıklarını, kamp ateşi yakıp etrafında yan gelip yattıklarını da görmüş oluyoruz 😛 Predator’lar hakkında bu son derece faydalı bilgiler ile donatıldıktan sonra kendimizi aksiyonu bol sahnelerin içerisinde buluveriyoruz. Predator’lar kah birbirleriyle savaşıyorlar kah bizim mazlum partinin elemanlarını kovalıyorlar. Ancak bu sahnelerin en güzeli cengaver bir yakuza’nın samuray kılıcı ile birlikte predator’a meydan okumasıydı.
Gönülsüz kahramanların gönülsüz lideri rolünde Adrien Brody’in sergilediği oyunculuk fena değildi. Aslında her rolün adamı olduğunu bu film ile bir kez daha kanıtlamış oldu. Film ile ilgili yapılan röportajda da ”İnsanların Predators filminde rol aldığım için şaşıracaklarını ancak Predator serisini çok sevdiğini, devam filminin çekileceğini öğrendiğinde projeye dahil olmak için elinden geliyorsa yaptığını” tüm içtenliği ile ifade etmiş. Film çekimi sırasında her türlü konfordan ve teknolojiden uzak balta girmemiş ormanda kalmayı tercih etmesi de işini ne kadar ciddiye aldığının bir göstergesi. Kendisi bir aksilik çıkmazsa daha uzun yıllar beyazperdede olacak gibi. Oscar heykelciklerinin de artmasını bekliyoruz ama bu onu pek de fazla ilgilendirmiyor. Diğer oyunculardan da çok fazla göze batan yok. Aslında City of God’da izlediğimiz Brezilyalı hatun kişi de fena oynamamış. Daha çok bağımsız filmlerde yer alsa da bu tarz filmlerde de kendilerini görmek istiyoruz. Elinden tutulursa çok iyi işlere imza atacak, yetenekli bir oyuncu. Kendi açımdan söyleyeyim geçtiğimiz aylarda cnbc-e de yayınlanan senaryosuz, abuk sabuk bir filmi baştan sona izlememin nedeni bu hatun kişidir. Film ne kadar vasatsa onun oyunculuğu o kadar iyiydi.
Sonuç olarak Predators iyi kurgusu, güzel aksiyon sahneleri, içerisinde barındırdığı hafif politik taşlamaları ve gönülsüz kahramanlar takımı ile iyi bir eğlencelik. İkinci kez izlenir mi bilemiyorum ama boş vaktiniz varsa sizlere keyifli dakikalar sunmakta. Bir de Predator ile büyümüş bizim kuşağı eski günlere götürmekte.
Görüşmek üzere. Şimdiden iyi seyirler 🙂
 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 25, 2010 in adrien brody, predators, sinema

 

Bir 24 Kasım Daha… Who Wants To Live Forever…


Evet bir 24 Kasım daha gelmiş. Zaman ne kadar da hızlı akıp gidiyor. 19 yıl olmuş Freddie bu dünyadan göçeli. Öldüğünde Queen’den daha yeni haberdar olmuştum. Asıl lise yıllarında Queen’i ve Freddie’yi keşfettim. O gün bugündür de bir daha bırakmadım. Ve her 24 Kasım bana şunu hatırlatıyor: “Who wants to live forever. Forever is our today…”

Rahat uyu Freddie. Gerçi buralarda çok özleniyorsun.
There’s no time for us
There’s no place for us
What is this thing that builds our dreams yet slips away
from us
Who wants to live forever
Who wants to live forever….?
There’s no chance for us
It’s all decided for us
This world has only one sweet moment set aside for us
Who wants to live forever
Who wants to live forever?
Who dares to love forever?
When love must die
But touch my tears with your lips
Touch my world with your fingertips
And we can have forever
And we can love forever
Forever is our today
Who wants to live forever
Who wants to live forever?
Forever is our today
Who waits forever anyway?
 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 24, 2010 in freddie mercury, Müzik, queen

 

Paris When it Sizzles: Bir İleri Bir Geri…


Dokuz günlük tatil… Fırsat bu fırsat diyeceğim ama bu tatilde bile çalıştığım için (sanki diğer tatillerde hiç çalışmamışım gibi) pjama, terlik , DVD keyfine tam anlamıyla varamıyorum. İşlerden kafamı kaldırdığım vakit tez yazmak gibi zaman yiyici ikinci bir canavar artık olmadığından DVDlerime koşuyorum. İzlenecek o kadar çok film var ki. Erteleye erteleye dağ kadar olmuş. Nasıl bitirilir bilemiyorum.
Neyse lafı daha fazla uzatmadan bir ay önce izlediğim daha yeni yorum yazmaya fırsat bulabildiğim Paris When It Sizzles filmine geleyim. Mekan sakinleri bilirler angelic’in Audrey Hepburn’e olan zaafını. Bu film, angelic’in Audrey Hepburn filmleri koleksiyonundaki yerini biraz geç de olsa almıştır. Genellikle Audrey Hepburn’ün filmlerini ilk kez televizyondan izleme fırsatım olmuştu. Çok şükür son yıllarda o filmlerin DVD’lerini ülkemize getirmek akıllarına geldi de sık sık hasret giderir olduk kendileriyle. Ama Paris When It Sizzles’ı televizyondan izleme fırsatına erişememiştim. Sabrina’da ki rol arkadaşı William Holden ile Audrey Hepburn’ün ikinci kez aynı filmde yer alması nasıl sonuçlar vermişti merak da ediyordum doğrusu. Sonunda filmin DVD’sine kavuştum. Ama film Türkçe’ye halen bir türlü anlam veremediğim Ağustos’da Paris adıyla çevrilmişti. Buna fazla takılmadan filmi izlemeye koyuldum. Her şey güzeldi hoştu ama 45 dakikadan sonra sevgili bilgisayarım DVD’yi oynatmama konusunda ısrarlı bir tutum sergiledi. Çok çabaladım  ancak pes ettim sonunda, DVD bozuk dedim ama asıl bozulanın bilgisayar olduğunu bilgisayarım çökünce fark ettim. Başarılı bir bilgisayar kurtarma operasyonundan sonra filmi kazasız belasız bitirebildim.
Gelelim filmin konusuna. Bir senaristin (Wiiliam Holden) iki gün içerisinde “Eyfel Kulesini Çalan Kız” adında bir senaryo yazması gerekmektedir. Aslında kendisine bu iş çok uzun zaman önce verilmiştir ama o hovardalık etmekten senaryoyu yazmaya fırsat bulamamıştır haliyle yumurta da kapıya dayanmış, patron senaryom da senaryom diye tutturmuştur. Bunun üzerine senaristimiz işleri yetiştiremeyeceğini fark eder ve kendisine bir asistan (Audrey Hepburn) tutar. Güzel asistan ile birlikte Eyfel Kulesini Çalan Kız’ı yazmaya başlarlar. Paris sokaklarında bir ileri bir geri giderler. Çoğu yerde ise birbirlerini yerler, birbirlerini kızdırmaktan zevk alırlar. (Sanırım bu bir yerlerden tanıdık geldi 😛 ) Senaryoya ne mi olur? Eh artık orasını da sizlerin hayal gücüne bırakıyorum.
Paris when it sizzles’ın diğer romantik komedilerin aksine farklı bir anlatım tarzı var. Gerçek ile kurgunun birbirine geçtiği sahneler ayrı bir tat bırakıyor izleyende. Ama işin ucu biraz kaçırılmış gibi. Tüm kilişelere yer verilmiş. Gerçi filmin amacı da bu. Kilişeler üzerine bir öykü çıkarmak ama bu seyirciyi bırazcık yoruyor. Süresi daha kısa olsaymış sanırım daha iyi olurmuş. Ama şurası bir gerçekçi o zamanın romantik komedilerindeki zeka pırıltısının kalıntıları maalesef günümüzdekilerde yok. Örneğin William Holden’ın My Fair Lady ile Beauty&Beast hakkındaki yorumları beni hem güldürdü hem düşünürdü. (İtiraf etmem gerekirse yorumu  da doğru : )) Audrey Hepburn ile William Holden arasındaki uyuma ise söylenecek söz yok. Sanırım Audrey Hepburn’ün yanına en çok William Holden yakışıyor. Filmdeki birbirlerini umarsamaz duran aslında bal gibi de umursadıkları görünen tavırları, tartışmalarındaki mimikleri, tonlamaları bir an için insana ikisinin gerçek hayatta da çift olduklarını zannettiriyor. Gerçi zamanında buna iliişkin söylentiler de çıkmış. Eğer doğruysa hiç şaşırmayacağım.
Bunun yanısıra film adı üzerinde Paris’i ayaklarınızın altına seriyor. Özellikle dostum Lebethron gibi Paris severlerin mutlaka izlemeleri gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Audrey Hepburn ile Givenchy iş birliğinin güzel örneklerini filmin her karesinde görmek mümkün. Ayrıntılı bilgiyi şu adreste bulmak (http://glassoffashion.wordpress.com/project-audrey/paris-when-it-sizzles-1964/) mümkünken Givenchy’in acilen silkelenip tez zamanda eski günlerine dönmesini bekliyoruz.
Paris when it sizzles güzel bir eğlencelik ancak Audrey Hepburn’un diğer romantik komedilerinin yanında biraz zayıf kalıyor. Bunun da nedeni fazlaca detaya boğulmuş olması. Ayrıca unutmadan söyleyeyim Charade’yi izlediyseniz ortak kullanılan mekanların sayısının oldukça fazla olduğunu da fark edeceksiniz. Sanırım bir film bittikten sonra diğerine başlanmış. Bu durum beni rahatsız etmedi aksine Charade’yi hatırlayınca yüzümde kocaman bir gülümse belirdi. Ne de olsa Charade, Audrey Hepburn filmleri arasında Roma Tatili ile birlikte açık ara favorim. Neyse bana müsade. İzlenecek çok film var.
Görüşmek üzere
 

Rüyalarım… Ve Yol Arkadaşım Heart


Son günlerde MTV’den yeni bir şarkı keşfetme, dinlenecek eli yüzü düzgün bir grup ve şarkıcı bulma çalışmalarım nafile bir çaba olmadan öteye gidemedi. Hal böyle olunca eskilere daha da sıkı sarıldım. Zaten takıntılı olduğum bazı gruplar, albümler vardır. Seneler geçse de onların yeri değişmez. İşte onlardan biri de Heart’dır. Zamanında TRT-3’ün bana yaptığı en büyük iyiliklerdendir. Seneyi tam olarak hatırlamasam da 80’lerin sonu 90’ların başı olduğunu tahmin ediyorum. Heart’ın arka arkaya video kliplerini yayınlamışlardı. O gün bu saçları aşırı kabarık bayanlara ve söyledikleri şarkılara hayran olmuştum. Söylediklerinden o vakit İngilizce bilmediğimden  hiç bir şey anlamamıştım ama o melodi, hele ki Alone’ın başındaki solo beni benden almıştı. Sonrasında da Bon Jovi ile başlayan Metallica’ya kadar uzanan fanatik hayranlık maceralarının arasında Heart’ı hiç unutmadım. Güç zamanların kurtarıcısı (Bkz. Alone ile yapılan uzun ağlama seansları) dile getirilemeyen duyguların tercümanı  (Bkz. Şimdi olduğu gibi These Dreams) oldu. Tabi bir de Barracuda ile doyasıya tepinmenin lügatımdaki karşılığı.
Heart  her ne kadar 80’li yıllarla özdeşleşmiş olsa da kökleri daha da geriye dayanan bir grup. Barracuda’nın yer aldığı 1980 öncesindeki çalışmalarına hafiften kulak kabartmanızı tavsiye ediyorum. 80’lerden sonra hafiften inzivaya çekilmiş olsalar da yeni albümleriyle güzel bir dönüş yaptılar. 50’li yaşlarını çoktan devirmiş olan bu iki bayan yine sahnede devleştiler. Özellikle American Idol’daki performansları parmak ısırtacak cinsten. Ve bir de yaşadığı kilo problemi nedeniyle zamanında müzik şirketleri nedeniyle kliplerde sadece yüzü gösterilen Ann Wilson’un artık olduğu gibi arzı endam etmesi beni ayrıca mutlu etti. Bu konuda yol kat ettik sanırım. Misal, Beth Ditto  moda dergilerine kapak olabiliyor. Aslında normal olan da bu, geçmişteki uygulamalar mantık dışı. Umarım fiziksel özellikleri nedeniyle bu güzelim seslerin yolları tıkanmaz. Görüntü de önemli ama gerçek müzikseverler sesi istiyor ambalajdan, paketten önce. O nedenle artık bugün etten, saçtan yarın muhtemelen sütten yumurtadan elbiseleriyle dolaşacak olan Lady Gaga’dan fenalık gelmiş durumda.
Neyse bana müsade. Sizi Heart’ın en anlamlı parçalarından birinin sözleriyle başa başa bırakırken artık mekana yeni bir yazar daha eklendiğini  de müjdeleyim. Gerçi siz onu çoktan gördünüz. Beni amatör yazılarımın yanında artık müzik konularında işin ehli Nix’den bir kaç satır okumak hepimizi mutlu edecektir.
Görüşmek üzere
Spare a little candle
Save some light for me
figures up ahead
Moving in the trees
White skin in linen
Perfume on my wrist
And the full moon that hangs over
these dreams in the mist
Darkness on the edge
Shadows where I stand
I search for the time
On a watch with no hands
I want to see you clearly
Come closer than this
But all I remember
Are the dreams in the mist
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
Is it cloak ‘n dagger
Could it be spring or fall
I walk without a cut
Through a stained glass wall
Weaker in my eyesight
The candle in my grip
And words that have no form
Are falling from my lips
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
There’s something out there
I can’t resist
I need to hide away from the pain
There’s something out there
I can’t resist
The sweetest song is silence
That I’ve ever heard
Funny how your feet
In dreams never touch the earth
In a wood full of princes
Freedom is a kiss
But the prince hides his face
From dreams in the mist
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
These dreams go on when I close my eyes
Every second of the night I live another life
These dreams that sleep when it’s cold outside
Every moment I’m awake the further I’m away
Meraklısına:
Heart Albümleri
 
1976: Dreamboat Annie
1977: Little Queen
1978: Magazine
1978: Dog and Butterfly
1980: Bebe le Strange
1982: Private Audition
1983: Passionworks
1985: Heart
1987: Bad Animals
1990: Brigade
1993: Desire Walks On
2004: Jupiters Darling
2010: Red Velvet Car
Ayrıca Nancy Wilson, Cameron Crowe’ın filmlerinin muhteşem soundtracklerinin gizli kahramanıdır 😉
 
Yorum yapın

Yazan: Kasım 14, 2010 in Heart, Müzik, mekan sahibinin sesi

 

Kapadokya Günlükleri: Ürgüp


Uzun bir ara olmuş gezi yazısı paylaşmayalı. Öyleyse Kapadokya’ya kaldığım yerden devam edeyim. Kapadokya, bir çok ilçeyi, ili kapsadığından bu adı kullanmayı tercih ediyorum. Bu isim ise Persler’den bize yadigar. Güzel Atlar Ülkesi demekmiş. Ama Kapadokya günümüzde atalarından ziyade içerisinde bin bir gizemi barındıran peribacaları ile mehşur.
Bu masal diyarındaki ilk durağım Ürgüp’dü. Ürgüp, hemen yanı başındaki Göreme kadar otantik olmasa da peri bacalarına sırtını dayamış şirin bir ilçemiz. Japon ve Güney Koreli turistlerin uğrak mekanı olunca haliyle tabelalarda, dükkanlarda Japonca ve Korece yazılara bolca rastlıyorsunuz. İlçenin merkezindeki çarşının büyük bir kısmı hediyelik eşya ve halı dükkanlarından oluşuyor. İstanbul- Kapalı Çarşı ve civarından sonra çeşitlilik bakımından bu halı dükkanları muhtemelen ikinci sıradadır. Ayrıca çarşı içerisinde çeşitli turlar özellikle balon turları satan turizm acentaları da mevcut.
İş, yemeye ve içmeye gelince alternatif bol. Genellikle her bütçeye hitap eden yerler ağırlıkta ama ilçede özellikle paralı tabir ettiğimiz turisti çekebilecek mekanların sayısı az. Ama ileride bu tarz yerlerin artacağını söylemek mümkün. Ürgüplüler turizmin getirilerini çok iyi kavramış. Ürgüp’ü, Ürgüp yapan değerler sıkıca korunuyor. Ayrıca güneyde yer alan tatil yörelerimizin aksine bu bölgede ismi yabancı dilde olan dükkan sayısı son derece az. İsimler Türkçe, lokantadaki yemeklerin %95’i bizim halis mulis yemeklerimiz. English Breakfast, Noddle filan yok. Aklıma ise haliyle 2008 yılı yazında kuru fasulye, pilav, karnıyarık vb. yiyebilmek için İçmeler’den Marmaris merkeze yaptığım zorunlu yolcuklarım geldi. O bakımdan Ürgüp bir cennet. Tabi arada dünya mutfakları lezzetleri de olacak ama bizim tatlarımızı tamamiyle göz ardı edip sırf yabancı turist çekebilmek için tüm menüyü İngiliz, Fransız vb. yemekleriyle doldurmak doğru değil. Umarım Ürgüp’ün bu kararlı duruşu diğer turistik ilçelerimize de örnek olur.
İçecek konusunda ise yörenin şaraplarının güzelliği konusu hakkında hem fikiriz. İzmir Şirince’ye henüz ayak basmamış ve oradaki şarapların tadını tatmamış biri olarak Kapadokya bölgesinin şarapları ülkemizdeki şaraplar içerisinde favorimdir. Tabi bu konuda ilk uğrak yerimizde Turasan’dır. Fabrika satış binasında bu tatları deneyebilir, sizin için en iyisini bulabilirsiniz. Ayrıca şanslı gününüzdeyseniz mahzenleri gezebilirsiniz. Turasan’a alternatf küçük şarap yapım işletmeleri de mevcut. Bu yerlerin ise özellikle katkısız meyve şarapları çok hoş. Tabi bunu bulabilmeniz için bayağı bir deneme yapmak gerekiyor. Bu denemelerde sarhoş olmamaya dikkat edilmeli, çakır keyifliğe ise müsamma gösterilebilir 🙂
Lafı fazla uzatmayayım. Benim yerime yine fotoğraflar konuşsun. Her yıl binlerce yabancı turisti ağırlayan mekana lütfen sahip çıkalım. Sevgimiz sadece dizilerin yarattığı geçici modalardan ibaret olmasın çünkü burası gerçekten ilgiyi hakediyor.
Görüşmek üzere
Meraklasına:
Nerede kalınmalı: Peribacalarına oyulmuş butik oteller bire bir. Ürgüp için ise Yusuf Yiğitoğlu Konağı biçilmiş kaftan.
Neresi görülmeli: Kuşbakışı Ürgüp manzarası için Temenni Tepesi. Adı üzerinde Temenni Tepesi olduğundan istediğiniz kadar dilek tutabilirsiniz. Benim dileklerim gerçekleşti benden söylemesi 😉
Ne yenilmeli: Testi kebabının tadına bakılmalı. Ayrıca merkezdeki Kapadokya Restaruant ve Sofra Restaurant’ın hem yemekleri güzel hem de fiyatları uygun. Ziggy Cafe’yi de unutmamak lazım. Country tarzına Anadolu motifleri eklenerek özenle dekore edilmiş bu cafede kahvenizle günün yorgunluğunu atmak güzel olacaktır.
Ne denenmeli: Turasan’ın fabrika satış mağazasına gidilip birbirinden leziz şaraplar.
 

New York’ta Beş Minare


Mekan sahibi almış olduğu 344456 sıralı bir dizi kararla izlediği filmler hakkında sıcağı sıcağına bir kaç kelam etmeyi buyurmuştur. Şansına da New York’da Beş Minare çıkmıştır. Artık şans mıdır son bir kaç haftadır aslında aylardır arkası kesilmeyen pazarlama tatkikleri mi  bir Cuma akşamında kendisini sinema salonuna atmıştır. Sonrasında ise şunları karalamıştır.
Söylenenlerin aksine bu filme tüm önyargılarımdan arınmış olarak gittim. Ortada güzel bir eser varsa eğitimliymiş eğitimsizmiş pek fazla takılmıyorum. Gerçi gönül bu işin eğitimini almış insanların daha da başarılı olmalarını ister. Çünkü o sıralarda dirsek çürütmek hiç de kolay değildir ama bir yerde yetenek faktörü var. Bazılarımızda Allah vergisi bu yetenek oluyor. Neyse lafı fazla uzatmayayım, filme geçeyim.
Öncelikle af buyurunuz bu film şu ana kadar yapılmış en iyi yerli film değil. Görsel açıdan  başarılı ona bir lafım yok. Özellikle açılıştaki bazı aksiyon sahneleri Hollywood filmlerine taş çıkartır cinsten. Ama bu filmde bir şeyler eksik. Sanırım ben senaryoya ve senaryonun işleniş tarzına takıldım. İçerisinde oyun barındıran daha doğrusu insanı ters köşe yapan filmleri daha çok severim ama bu filmde ilk yarının sonundan itibaren filmin  nasıl sonlanacağını  az çok ortaya koyabiliyorsunuz. (Belki bu çok fazla film izlememden kaynaklanıyor olabilir.) 
Bir de film  iki arada bir derede kalmış. Ne tam anlamıyla dram ne tam anlamıyla polisiye. Aslında bu iki tadın karışımı çok güzel sonuçlar verebilir ama geçişlerin kıvamında olması gerekir. Oysa filmde bağlantılar zayıf. Aslında karar verilip bir tarafı daha ağır basan bir film çekilseymiş daha iyi olurmuş. Şahsen dramdan ziyade siyasi tarafa daha fazla eğilen bir filmi görmeyi tercih ederdim. Özellikle üzerinde epey emek harcanarak olulşturulduğu belli olan polis ve terrör örgütü castını gördükten sonra…Ancak bu ekipte Mahsun Kırmızıgül ve Mustafa Sandal çok zayıf kalmışlar. Mahsun Kırmızıgül oyunculuktan ziyade yönetmeliğe daha fazla eğilse çok daha başarılı işler yapabilir. Mustafa Sandal’a gelince gelecek için pek umut vaat etmiyor. Ben filme onu bir türlü monte edemedim. Polis memuru Acar’dan ziyade gözümde hep pop şarkıcısı Mustafa Sandal olarak kaldı, film boyunca da bunu silemedi. Ama Hacı Gümüş rolünde bir Haluk Bilginer vardı ki görülmeye değer. Yine kendi olmaktan çıkmış, o karakterin etine kemiğine bürünmüş, o karakteri canlı hale getirmiş. Filmi sırtlayan da haliyle Haluk Bilginer  olmuş. Yan rollerdekiler de fena iş çıkarmamışlar. Terminatör 2’den aşinası olduğumuz zatı muhterem nam-ı diğer Ice Man yine tüm soğukluğu ile rolünün hakkını vermiş. Danny Glover’da fena değildi ama adam çok yaşlanmış.
Film ile ilgili yapılan tanıtımlarda hep mesajlardan bahsedilmişti. Eğer beklentiniz buysa bunu filmde bolca bulabiliyorsunuz. Bazı yerlerde vur denilince öldürülmüş. Bu da filmin vuruculuğunu engelliyor. Tamam mesaj verilsin buna karşı değilim ama öyle üç beş dakikada bir insanın kafasına vurarak değil. Bazen tek bir sahne bile yeterli oluyor. Nitekim benim için bu filmde böyle bir sahne vardı. (Tahmin edildiği üzere son sahne değil Hacı Gümüş’ün nezarette  Deccal ile konuştuğu sahne). Bu sahne varken eli sopalı diğer mesaj kaygılı sahnelere ne gerek vardı anlamış değilim.
Uzun lafın kısası New York’da Beş Minare orta karar bir film. Çok fazla beklentiyle gitmemek lazım çünkü perdeye yansıyan ne bir Piano Piano Bacaksız ne de bir Babam ve Oğlum…
Görüşmek Üzere…