RSS

Aylık arşivler: Haziran 2010

Komşum Totoro Neredesin?


Hayao Miyazaki, bana göre düşlerin efendisi, hayallere hayat veren usta. Belki bazılarına göre eserlerinin kusurları olabilir ama benim kendisine duyduğum saygı sanırım gözlerimi kör etti. Fanatikliğim nedeniyle üstad Miyazaki’nin eserlerinin kusursuz olduğunu düşünüyorum.
Çoğu Miyazaki sever gibi serüvenim Heidi ile başladı sonra Gökteki Kale, Totoro… Ama nedendir bilinmez üstadın eserleri arasında Totoro ve Howl’un Yürüyen Şatosu’na karşı ayrı bir düşkünlüğüm var. Son günlerde yurdumun en soğuk iline yolu düşen ben, kaldığım kuş uçmaz kervan geçmez yüksek rakımlı yeşili bol yerde Totoro’nun yolunu gözler oldum.
Geçen yıl sorunlu günlerimin derde deva iksirlerinden biri de şüphesiz Hayao Miyazaki’nin animeleriydi. Bu biraz da televizyonun sayesinde oldu. Çünkü TRT Çocuk, açılış şerefine 2009 senesinde bizi Hayao Miyazaki’nin animelerine doyurdu desek yalan olmayacak ancak sonu çabuk geldi. Ama imdadıma doğum günüm arifesinde bin bir güçlükle alabildiğim DVD’ler yetişti. Her ne kadar Howl’un Yürüyen Şatosu’na sahip olmasam da eve Totoro ile dönmenin mutluluğu paha biçilemezdi.
Gelelim Sevgili Komşum Totoro’ya . Komşum Totoro (Orijinal adı Tonari no Totoro), Hayao Miyazaki’nin 1988 yapımı bir animesi olup, annelerinin rahatsızlığı nedeniyle babaları ile birlikte Japonya’nın kırsal kesminde yeni bir yaşantıya başlayan iki sevimli kız kardeşin bu yeni yaşantılarındaki ilk adımlarının öyküsünü anlatıyor. Millattan önceki yazılarımdan birinde başlangıçların ne kadar da zor olduğundan bahsetmiştim. Başlangıçlar bu iki kız kardeş için de zor. Ama orman bu zorlukları biraz da olsun çekilebilir kılan sihirli yaratıklar sunuyor tüm cömertliği ile. Ve karşınızda Totoro. Totoro’nun tozdan ibaret olduğu varsayılsa da o mucizeler yaratmaktan öte durmuyor. Kah uçuyor kah tohumları bir günde kocaman ağaçlara döndürüyor. Belki de en büyük mucizeyi gerçekleştiriyor: Umut etmeyi ve sevginin aslında tüm zorlukları aşmada en büyük silah olduğunu öğretiyor bu iki sevimli kıza.
Hayao Miyazaki, tadı damakta kalan bir hikâye paylaşıyor bizlerle. Totoro’ya ne oldu, kızlar onu tekrardan görebildi mi o noktalar meçhul. Aslında o boşlukları bizlerin doldurmasını bekliyor. Bana göre Totoro, bir müddet daha göründü ama sonra kızlar büyüdü ve görüntü kayboldu. Aynısı bizlere de olmadı mı? Büyüme telaşında hayali dostlarımızı bir başlarına bırakmadık mı?
Bazı şeyler zaman içerisinde değişirken bazı şeyler yerinde sayıyor. Totoro ise benim gözümde maalesef o değişmesini istemediğim şeyleri ifade ediyor. Filmin sonunda mutluluktan uçmam gerekirken bir hüzün bulutu çörekleniyor yüreğime. Yaşlandıkça yitip giden masumiyet mi, yoksa büyüdükçe kirlenen dünyamız mı beni üzen bilemiyorum.
 

Yine Düştük Yollara


Halfeti/ŞANLIURFA

SAMSUN


Samandağ/ANTAKYA


Samandağ/ANTAKYA

Marmaris/MUĞLA

SİNOP (Tarihi Sinop Cezaevi)

Abant/BOLU

Yağmur pencereden yavaş yavaş vururken, yine yolun sesi kulaklarıma çalınıyor. Uzun bir ara olmuştu değil mi? Az kaldı. Sayılı günlerde göz açıp kapayıncaya kadar geçecek. Ben yine eliminde bavulum ile yurdumun değişik köşelerine doğru yola koyulacağım.
Küçüklüğümden beri yolculuk yapmayı severim. Hayatının her adımını astroloji doğrultusunda planlayan bir insan değilim ama yıldız haritamda hiç bir toprak grubu burcunun olmaması bir yere kök salınamaması, uzun süreli yer değiştirmeleri işaret ediyormuş. Şimdi gelde astrolojiye inanma:)

Neyse bana yine yollar gözükmüşken yol hikayelerimden bazı kareleri paylaşmak istedim. Sadece gezdim gördüm ve deklanşöre bastım.
 

Agora… Değişen Pek de Bir Şey Yok


Popüler şarkılara konu olan Agora, Antik Yunan’da geniş meydan anlamına gelen, genellikle etrafı idari birimlerle ve dükkânlarla dolu olan kimi zaman tiyatrolara kimi zaman ise ateşli politik tartışmalara sahne olan halka açık alan… Dilim döndüğünce Agora’yı böyle tanımlayabilirim ama burada bahsedeceğim tarihin bilinen ilk kadın filozofu Hypatia’nın hayatını konu alan Agora filmi. Filmin adı basitçe Hypatia olabilirdi ama Hypatia’nın hayatındaki dönüm noktaları Agora’da geçtiği için filme bu ismin verildiğini düşünüyorum. Hypatia adını filmden önce de duymuş olsam da tarihin tozlu sayfalarında hak ettiği yeri alamamış olan bu filozof aynı zamanda bilim insanı olan hemcinsim hakkında pek de derinlere inmemiştim. Gerçi şu anda da derinlere indiğim söylenemez ama kendimi filmi izlemeden önceki halimle kıyasladığımda konu hakkında daha fazla bilgi sahibi olduğumu söyleyebilirim.
Satır arasında belirttiğim üzere Hypatia bilinen ilk kadın filozof, M.S. 350’li yıllarda İskenderiye’de doğduğu varsayılıyor. Ömrünün sonuna kadar da İskenderiye’de yaşamış. Günümüzde eski görkeminden uzak derin bir uykuda olsa da İskenderiye, o zamanlarda bilimin kalbinin attığı sayılı şehirlerden birisi. Özellikle kütüphanesinin ünü çoktan şehrin sınırlarını aşmış, dünyanın en büyük kütüphanesi olarak nitelendirilmekte. İşte İskenderiye Kütüphanesi’nin bu sıfatlara nail olması için çalışanlardan biri de Hypatia. Rivayetlere göre şehre gelen yabancıların yanında getirdikleri kitapların bir kopyası hazırlandıktan sonra sahiplerine geri verilirmiş. Böylelikle Hypatia’nın yaşadığı dönemde kütüphanedeki kitap sayısı 700.000’i geçmiş.
Ancak o yıllarda artan sadece kütüphanedeki kitap sayısı değil. Hristiyanlık dalga dalga yayılmakta ama beraberinde kendi inancından olmayana karşı hoşgörüsüzlüğü de körükleyerek. Bu öfke, kin maalesef tek taraflı değil. Pagan inancına sahip olanlar da, Yahudiler’de huzur ve barış yerine körüklenen bu ateşi daha da harlıyorlar. Hypatia ise olanlara anlam veremiyor. Onun dünyasında insanlar tüm farklılıklarına rağmen barış içinde yaşayabilmelidir. Çünkü onları diğer varlıklardan ayıran düşünebilme yeteneğine sahipler. Ama insanların büyük bir bölümü Onun gibi düşünmüyor olacak ki daha sonraları da sıklıkla karşılaşacağımız din uğruna kan dökümü başlıyor. Toprak kana doymuyor, her defasında daha fazlasını istiyor. Kan yanında kültürü de bilimi de yutuyor. O ihtişamlı İskenderiye Kütüphanesi’nden geriye pek bir şey kalmıyor. Tüm bu olanlar Hypatia’yı derinden etkiliyor ve felsefeye, bilime daha fazla sarılıyor. Yüzünü gökyüzüne çeviriyor. Aradığı cevapların orada saklı olduğunu biliyor. Dünyanın şekli, dünya ve diğer gezegenlerin konumları hakkında tam da istediği cevapları bulmuş, bunları diğer insanlarla paylaşmaya hazırlanırken bir grup yobazın elinde son nefesini veriyor.
Günümüzde Hypatia’dan geriye kalan 13 ciltlik bir matematik çalışması olsa da tarihin solgun yapraklarının bir bir çevrilmeye başlanmasıyla aslında çağına etkisinin daha fazla olduğu gün ışığına çıkmaya başlıyor. Her ne kadar diğer eserleri İskenderiye Kütüphanesi’nin diğer hazineleri gibi karanlıkta yitip gitmiş olsa da gökbilim konusunda ortaya koyamadığı görüşlerine belki de buluşlarına, 10 asırdan daha uzun bir süre sonra başka bilim insanları tarafından hayat veriliyor. (Bkz.Galileo Galilei) Filmde üzerinde durulan noktalardan birisi de bu. İçinde bulunduğumuz sahneden birkaç saniyeliğine uzaklaşıp dönen dünyanın görüntüsü başta insana kopukluk hissi verse de Hypatia’nın kafasında canlandırmaya çalıştığı dünya görüntüsü sanırım buydu.

Film bittiğinde insanoğlunun bitmeyen kini, ihtirası -artık adına siz ne dersiniz deyin- nedeniyle yapamayacağı vahşiliğin olmadığı, bu vahşiliğin üstünün de bazen din, bazen milliyet, bazen politik görüşle vb. örtülmeye çalışıldığı bir kez daha anlaşılıyor. Bu kinin, öfkenin karşısında ise bizi biz yapan değerleri ayaklara altına alıp, karanlığı kendi ellerimizle hayatlarımıza sokuyoruz. Hypatia’nın öldürülüşünden sonra yaşanan gelişmeleri az çok hepimiz biliyoruz: Orta çağda bilimin, Batı’da ayaklar altına alınması; aydınlık yüzünü ise Doğu’ya çevirmesi.

Fark ettim ki filmi değil, tarihi anlatmışım. Film, bu kadar etkileyici bu kadar derin bir konuya sahip olunca ister istemez tarihin tatlı sularında yüzmek içten değil. Ancak bu güzel konunun filmde o kadar da iyi işlenemediğini görmek insanı ister istemez üzüyor. Bunun en büyük suçlusu da kim ne derse desin senaryo. Senaryo inanılmaz derecede kopuk. Sanki filmin içerisinde birbirinden bağımsız filmler izliyorsunuz. Ayrıca alıştırmadan birden pat diye İskenderiye Kütüphanesi’nin tahrip edilmesi seyirciyi hazırlıksız yakalıyor. Oysa bir anlatıcı çoğu şeyi çözebilirdi. Çünkü ben de dahil olmak çoğu kişi M.S 350-400 yıllardaki İskenderiye ve Hypatia hakkında çok az şey biliyordu. Bilgilendirme babında bir anlatıcının varlığı (bkz. Yüzüklerin Efendisi-Yüzük Kardeşliği-Galadriel) çok da iyi olurdu. Gelelim oyunculuklara. Rachel Weisz gerek güzellik gerekse de kabiliyet açısından beğendiğim aktistlerden birisi. Hypatia rolü için kendileri biçilmiş kaftan. Role iyi uyum sağlamış. Bunu filmde çok net görebiliyoruz. Kendisine Oscar ödülü getirmiş olan Arka Bahçe’den daha iyi bir oyunculuk sergilediğini söyleyebilirim. Ancak filmdeki diğer oyuncular için bunu söyleyemeyeceğim. Kastı kim yaptıysa ona buradan sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum. Özellikle Hypatia’nın kölesi Davus’i oynayan oyuncu çok yanlış bir seçim olmuş. Rol adeta birkaç beden büyük gelmiş kendilerine. Sadece Rachel Weisz’a bel bağlayıp böyle bir maceraya girişilmemeliydi çünkü eldeki senaryoda ortada. Bunların dışında kostüm ve set tasarımlarını başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Fazla abartıya kaçılmadan dönemin ruhu yansıtılabilmiş. Müzikler ve filmin müzikle ahengi de iyiydi. Özellikle Hypatia’nın gökyüzüne bakarken fonda beliren müzik etkileyiciydi.
Eğer filmin başarısı, anlattığı konuyla ilgili olarak seyirciyi filmden sonra tarihin tozlu sayfalarında ufak bir araştırma yapmaya zorlamasıyla ölçülecekse kendi açımdan Agora başarılı bir filmdi. Hypatia’nın aslında ilk kadın filozoftan öte olduğunu da bu film ve sonrasında yaptığım araştırmalar sayesinde öğrenmiş oldum. Hypatia, dünyaya sunacağı yenilikler varken böyle yobazların elinde ölümü tatmayı hak etmiyordu. Doğrusu o yenilikleri paylaşabilseydi dünyamız şimdi nasıl olurdu diye düşünmekten de kendimi alıkoyamıyorum. Ama üzerinden asırlar geçmiş olsa da kadın olarak kendini kabul ettirmek maalesef çok zor. Üzülerek söylüyorum ki Hypatia’dan bu yana değişen pek de bir şey yok… Bize kalan “Eppur Si Muove”
 
Yorum yapın

Yazan: Haziran 19, 2010 in hypatia, rachel weisz, sinema, tarih

 

Bir Janis Vardı


Bob Dylan, konserini bitirmiş çoktan ülkemin sınırlarından çıkmış olsa da konser hakkındaki yorumların ardı arkası kesilmiyor. Konserin hafta içi olmasının azizliğine uğrayan boynu bükük bir Ankaralı olarak bu konseri de kaçırdım. Bir daha ne zaman gelecek Dylan. Zor çok zor…
Konserden sonra en fazla Dylan’ın asık suratı ile dünyada olup bitenler hakkında konuşmaması eleştirildi. Bazen susmak en güzel tepkidir. Bence üstad bize bunu gösterdi. Ayrıca dünyada olup bitenlere tepkisiz ise neden asık suratlıydı onu da sormak isterim. Neyse okuduklarıma ve izlediklerime göre Bob Dylan o gece tüm samimiyetiyle çalmış. Keşke her sanatçı bu samimiyeti gösterebilse.

Bob Dylan diyince ister istemez eskilere gidiyor insan. Çiçek çocuklar, 68 kuşağı ve diğer nitelendirmeleriyle samimiyetle sanatını, işini, gücünü icra eden, dünyayı değiştirmeye kararlı idealist, iyimser bir kuşağa… Haliyle bizim kuşakla karşılaştırdığımızda hafiften mahcup oluyoruz onların karşısında. Kim ne derse desin her gün biraz daha iki yüzlülüğün kucağına doğru itiliyoruz. Sorgulamadan mutlu mesut ha bir de kolay yoldan rahat bir hayatın düşünü kuruyoruz. Neden böyle olduk veya oluyoruz, bunlar başka bir yazının konusu olsun. Ben şimdi size dilim döndüğünce çiçek çocuklarının bana göre en güzelinden- Janis Joplin’den- bahsetmek istiyorum.
Dünyaya veda ettiğinde daha 27 yaşındaydı ama arkasında o kadar güzel şarkılar bıraktı ki, onu unutmamıza müsade etmedi. Yerini kimse dolduramadı. Acaba o bütün bunların farkında mıydı, bilmiyorum. Kafasına göre yaşadı, şarkılarını adeta yaşayarak söyledi. Sadece Jimmy ile birlikte biraz erkan elveda dedi dünyaya. Daha fazla şarkı yapmasını, hiç kimseyi takmadan konuşmaya devam etmesini, Bob Dylan gibi ülkemize gelip konser vermesini (gerçi konsere gidememiş olsam da) isterdi gönül. Şu an yaşasaydı çizgisinden uzaklaşırdı diyenleri duyar gibi oluyorum. Değişim olağandır ama ben Onun değişebileceğini pek ihtimal vermezdim. Muhtemelen hayatta olsaydı kendisini bu günlerde, herhangi bir İsrail büyükelçiliğinin önünde son günlerde yaşananları protesto ederken görürdük. Uzun lafın kısası bir Janis vardı ve O da erken gitti. Bize ise şarkılarını dinlemek kaldı.

One of these mornings

You’re gonna rise, rise up singing,

You’re gonna spread your wings,

Child, and take, take to the sky
 
2 Yorum

Yazan: Haziran 6, 2010 in Bob Dylan, Janis Joplin, Müzik

 

Yeni Başlangıçlar


“Başlatma lafı kimseye mal edilmeyecek kadar büyük bir iddia ve her kahraman büyük eylemlerde sadece küçük bir rol oynar” Bilge Gandalf ne kadar da güzel özetlemişti “başlama” eyleminin zorluluğunu. Ama zorluklarına karşı yeni başlangıçlara da atılmak lazım. Yoksa hayat avuçlarımızdan uçup gidecek. Son bir kaç aydır miskin halimin baş sorumlusu da bu zorluluğu göze alamamak. Başlamamak yani bir şeylerin kendiliğinden tam da benim de istediğim gibi olmasını beklemek olmayacak duaya amin demekten farksız. Bunu bir kez daha anladım. Daha fazla zaman kaybetmemek için başlangıçlar yapmaya karar verdim. Haklısın, bunları 3337. kez söylüyor olabilirim. Ama bu sefer farklı olacağını umuyorum. Kendi işimi kendim halletmek, arkadan gelen seslere bir süreliğine kulak tıkamak… Yapmam gereken daha doğrusu ihtiyacım olan bu. Herkesi aynı anda mutlu edecek, hem kendi bildiğimi okuyacak hem de çevremdekilerin dediklerini yapacak kadar mükemmel değilim. Bunun için de artık uğraşmayacağım. Ben böyleyim işte kabul etseniz de etmeseniz de. O zaman yeni başlangıçların şerefine kocaman bir merhaba.
P.S: Fotoğraf, yeni başlangışları anlatan Elizabethtown filmindendir. Söylememe gerek yok galiba filmin en sevdiğim karelerinden biridir.
 

I hope someday…We could be the same


Son günlerde olup bitenler zaten hafiften kaçmış olan tadımı tuzumu iyiden iyiye kaçırdı. Eurovison hakkında bir şeyler karalamayı da aslında canım hiç mi hiç istemiyor ama verilmiş olan sözler ve ortada Manga’nın başarısı var. Ayrıca Manga, sanki bu günleri işaret edercesine mi bu şarkıyı yaptı merak ediyorum. Üzerinde kafaya yormadığımız ve melodisine burun kıvırdığım (gerçi halen kıvırmaktayım) bu şarkının sözleri şu anda daha da anlam kazanmış durumda.

Neyse yarışmaya geçecek olursak Almanya açık ara farkla birinciliği aldı. Birinciliğin gelişinde solistin şirinliğinin etkisi büyük. Hafiften Avril Lavinge’e benzettiğim Lena heyacanına yenik düşüp şarkının bazı bölümlerinde detone olsa da yine de iyi bir performans sergiledi. Şarkıya gelince ilk dinleyişte insana hoş geliyor ancak sonraki dinlemelerde insanı sıkabiliyor. Her sene yaptığım gibi Eurovision sonrası, ilk hafta beğendiğim parçaları tekrar tekrar dinlerim. Maalesef Lenacığımın tüm şirinliğine rağmen bu şarkıyı en fazla üç kez dinleyebildim. Şarkıyı fena halde başka bir şarkıya benzettim ancak delirecem, o şarkının adını bir türlü bulamıyorum.

Geçen sene Alexander Rybak denilen şahsı tanımama vesile olan yarışma bu sene ise Belçika adına yarışan Tom Dice’ı tanımama yaradı. İlk yarı finalde tesadüf eseri dinlediğim Me and My Guitar şarkısı Manga’dan sonra favorimdi. Oldukça sade ve anlamlı sözleri olan, yer yer Damien Rice ve Michael Buble etkilerini hissettiğim bu parçayı neredeyse günde beşer onar posta dinlemekteyim ama gel gör ki hiç bir sıkılma belirtisi yok. Sanırım bu parça, Secret Garden’ın Nocturne’si gibi Eurovision’dan başucu müzik listeme transfer olacak. Ayrıca Tom Dice’ın zor da olsa diğer bazı şarkılarına ulaştım. Bu parçalar da pek hoş. Yani bu yalnız adamın adını gelecekte daha fazla duyarsak şaşırmayacağım. Belçika dışında Ukrayna ile İrlanda’nın şarkıları da fena değildi. En kötü parça için yarışan ise çok ülke vardı. Rusya,İspanya, Portekiz, İngiltere, Fransa… En bayık parça tecrübeyle sabittir İsrail’indi. Sözlüklere konu malzemesi olan boş akbile yazılmış hissi veren bu parça bizim ev halkının büyük bir kısmını mışıl mışıl uyutmuştur.

Bunun dışında gecenin yıldızı Bülent Özveren’in yaran esprilerini bile gölgede bırakan senkronize olarak da sahneye atlayıp dans edebildiğini de gösteren Jimmy Jump’dır. Ama Bülent Özveren’nin de hakkını yememek lazım. Sırbistan şarkısını bitirdikten sonra ”Rahmetli Zeki Müren’nin gençlik yıllarına benzettim ” demesi beni adeta gülme krizine somuştur. Tabi bir de yarışmanın sonunda Fenerbahçe benzetmesi var. Onu da unutmamak gerek. Oylamaya geçildiğinde sıranın bir an önce Bosna-Hersek’e gelmesini istedim. Çünkü bir kaç yıldır içip geldiğinden şüphe ettiğim puanları sunarken türlü şaklabanlıklar yapan sunucuyu görmeyi iple çekiyordum ama bu sene olmadı. Neden olmadı, merak da ediyorum doğrusu. Onun yerine kontenjanı bu sene Ukrayna doldurmuştu. Sevinen Ukraynalı aile karesine dikkatle bakmanızı tavsiye ediyorum. Orada tanıdık bir yüz var 🙂

Gelelim Manga’ya. Şarkıyı ilk kez dinlediğimde söylediklerimi bir kez daha yineliyorum. Manga’nın şu ana kadar yaptığı en kötü şarkı ancak bu şarkı diğer ülkelerin şarkılarını gölgede bıraktı. Şarkı başlar başlamaz kalitesini gösteriyor. Yarı finalde biraz heyecanlarına yenik düşseler de finalde işte Manga budur dedirten performanslarını sergilediler. Biraz daha sert çaldılar, bu ise şarkıyı daha da güzelleştirdi. Birincilik yakışırdı ama yarışma belli. İster istemez ne gerek vardı katılmaya dedim ama ülkemizde müzik adına gerçekten kaliteli işlerin yapıldığını bir şekilde dünyaya göstermek lazım. Bence Manga gerçekten iyi müzik yapıyor. Eurovision’da derece, MTV müzik ödüllerinde ödül almamış olsalardı da ben onları dinlemeye devam edecektim. İster Linkin Park ister Korn özentisi denilsin ben bu adamların yaptıkları müziği seviyorum. Kimse adlarını bilmezken, Limon’da boş masalara çaldıkları günlerde de bu adamların yaptıkları müziği sevmiştim. Yani anlayacağınız benim için değişen pek de bir şey yok. (Aslında var eskiden bir bira içerek dinlediğimiz bu grup için şimdi ciddi ciddi para bayılmak gerekiyor 😉 )Uzun lafın kısası Bülent Özveren’in deyişiyle ” aferin çocuklar” diyorum. Yolunuz açık olsun. Umarım şarkıdan herkes (özellikle de uzattığımız dost ellerini budamaya kararlı Ermenistan devlet büyükleri) gereken dersi almışlardır.

John Lennon’un Imagine’nına bu gece We could be the same eşlik etsin. Belki bir gün, ne dersiniz…
P.S: Şehr-i Hüzün albümünün kapak fotoğrafı oldukça başarılı. Albüm kötü olsa bile sırf bu fotoğraf için albümü alırdım. Bu durum hafiften, Sirkeci Garı’nda yapılan çekimlerin fotoğraflarını görüp Vogue’un ilk sayısını almama benziyor. Bir de şehr-i hüzün nedense bana İstanbul’u hatırlatıyor… O durmak bilmeyen yağmurlu, ıslak İstanbul kışını ve o günlere eşlik eden yalnızlığımı…
 
1 Yorum

Yazan: Haziran 1, 2010 in eurovision, manga, Müzik, tom dice